Gazetelerin şimdi internet ağları üzerinden takip edildiği günümüz dünyasında siyah-beyaz baskıların olduğu 80’lerde gazeteciliğe başlayan ve Türkiye’nin amiral gemisi Hürriyet’te 36 yıl boyunca muhabirlik yapan ve yapmaya devam eden usta gazeteci Süleyman Arat ile birlikteydik.

Gazetecilik mesleği tehlikeli olduğu kadar da hep göz alıcı olmuştur. Saygınlığı tartışılmaz. Ama her gazeteciyim diyen de bunun hakkını veremez. Veremiyor da. Takip eden herkesin bildiği gibi gazetecilik mesleği çok zor günlerden geçiyor. Bu işi yapmak isteyen bir çok genç, gazetecilik mesleğini tercih etmekte tereddüt içinde. İşte böyle zamanlarda gazeteciliğe hayatını adayan, etik kurallarına sahip çıkan ve bunu hayatının baş rolü haline getiren isimler çok önemli. Arat 2013 yılında çıkardığı ‘Yokuş Yukarı’ isimli kitabı için verdiği bir röportajda da bunu ‘Hatalarımdan özellikle gazetecilik okuyan öğrencilerin ve gazeteciliğe meraklı gençlerin çıkaracağı pek çok ders olduğunu düşünüyorum’ diyerek belirtmişti.

Mesleğinin sorumluluğunu her an yüreğinde hisseden gazeteciler hepimiz için umut ışığı. Bu işi hala hakkını vererek yapmaya çalışan insanların olduğunu öğrenmek ise medyaya duyulan güvensizliğin yanında güven aşılamaya devam eden pompa kuvvet kıvamında.

Yılların eskitemediği usta muhabir Süleyman Arat RöportajTürk ‘e neler anlattı? Merak ediyorsanız hadi buyurun o zaman..

 

   Otuz altı yıllık bir gazeteci olarak meslekteki geçmişinizi göz önünde bulundurarak Süleyman Arat’ı anlatabilir misiniz?

   Benim meslek hayatım çok ilginç. 1982’de başladım, gazete siyah beyaz dönemindeydi. Ben hem fotoğraf çekip hem de haberi yazdığım için foto-röportör olarak adlandırabilirim kendimi. O zamanlar siyah beyaz dönemi yaşadım. Onun ardından negatife geçtik. Negatif dönemini yaşadım. Sonra dia’ya geçtik. Dia pozitifi çektik. Sonra Polaroidler çıktı. Özellikle başbakanı, cumhurbaşkanını takip ederken polaroidle çekip telefoto ile gazeteye gönderiyordum. Onları yaşadım, onların ardından da digital döneme geçtik. Yani dünya basınının ve Türk basınının yaşadığı tüm evreleri bu zaman dilimi içerisinde yaşamış oldum. Tabii bu planlayarak değil, kader çizgisi diyelim. Dolayısıyla hayati geçişlerin yaşandığı tüm geçişlerde faal gazeteci olarak bulunmuş oldum. Ben kendimi spor muhabiri olarak tanımlayamam aslında. Çünkü on iki yıldır ben bu işi yapıyorum. Spor muhabirliğine bir nevi kaçtım diyebilirim. İstihbarat biriminde problemli bir dönemdi, şefimle anlaşamıyordum. Ya gazeteyi bırakacaktım, ya da başka bir branşa geçecektim. Ben de en bildiğim konu olarak sporu gördüğüm için oraya geçtim. Geçtiğim günden itibaren de kendim Beşiktaşlı olduğum halde Fenerbahçe’yi takip ediyorum. Ama tabii ilke olarak tarafsızlığı her zaman ön planda tuttum. Politika muhabirliği yaparken de kafamızda olan bir siyasi düşünce elbette var, herkes gibi. Ama hiç bir zaman bunları haberlerime yansıtmadım. A partisinin mitingine gittiğim zaman ne deniyorsa, ne görüyorsam onu yazıyordum. B partisinin mitingine de gitsem ne görüyorsam onu yazıyordum. Yani o benim zihniyetime çok ters diye bir kere bile olan bir olayı farklı bir şekilde yazmadım. Sonuçta bunu yaparsam bir gece bile uyuyamam, vicdan azabı çekerim. Sporda da tarafsız olmaya gayret ediyorum. Tabii ki tarafım ama o benim içimde olan bir şey. Şimdi ben Beşiktaşlıyım ama sen bana Beşiktaş’ı çökertecek bir bilgi ver tereddütsüz yayınlarım. Önce insanım, sonra gazeteciyim ondan sonra taraftarım.

   Aslında bir kaç gün önce derste bu konuyu işledik, gazeteci tarafsız olabilir mi? Yeri gelmişken size de sorayım o zaman.

    Gazeteci tarafsız olur mu değil, gazeteci tarafsız olmak zorunda. Çünkü gazetecilik o kadar basit bir meslek ki dünyada herkesin yapabileceği kadar basit. Herkes yapabilir ama bunun çok basit koşulları var. 1- İstemek 2- Çok sevmek 3- Gözünü budaktan sakınmayarak hep haberin peşinde koşmaya odaklanmak 4- Bir küçük imzayla dünyayı keşfetmiş kadar büyük keyifler alabilecek insan pozisyonunda olmak 5- Tarafsız olmak. Bunlardan en önemlisi tarafsız olmak. Eğer bunu başaramıyorsan o zaman mesleğinde deformasyon var demektir. O da er veya geç seni üzer. Bulunduğun kurum itibariyle bugün üzmezse bile yarın mutlaka üzer. X kanalında çalışıyorsundur, üzerine bir şey yapışır ‘bu adamın zihniyeti budur’ gibi. Yarın X kurumu kapanır veya konjonktür değişir sonra Y kurumuna gittiğin zaman asla kabullenilmezsin. Oysa bir gazeteci her ortamda, her yerde, her şekilde çalışabilmeli. Ama dediğim koşullarda. Oraya gidip bukalemun gibi onların haline bürünüp, sonra oradan çıkıp buraya bürünme anlamında demiyorum. Haberini yapacaksın vereceksin kardeşim. Bunun içinde seni üzen şeyler de oluyor kimi zaman. İstemeye istemeye bir partinin ya da siyasi akımın haberini de yapıyorsun. Bu seni ilgilendiren bir şey değil, sen önce gazetecisin. Onun ayırımını, ondan çıkan mesajları toplum alacak, gereğini kendisi düşünecek ama ben bu haberi tahrif edeyim dersen kendine de yazık edersin mesleğe de. Meslek zaten geleceği karanlık bir noktada. Tamamen olumsuz bir yol üzerinde ilerliyor gazetecilik.

 

‘Haberi Haber Olduğu İçin Yapan İnsanları Öpüp Başımın Üstüne Koyarım  Ama Maksatlı Haber Yapanları Hiç Kimse Benim Kadar Aşağılayamaz’

   

  Bu kadar karamsar bir havanın olmasının sebebi nedir?

  Medyadaki konjonktürü hiç beğenmiyorum. İnsanların çok taraf pozisyonunda olması ve mesleki ilkelerin unutulduğunu görmek beni çok üzüyor. Ben diğer dönemleri de yaşadığım için bu tablo beni çok üzüyor. Benim ilkem tarafsızlık. Her branşta spor, siyaset ya da ne olursa olsun haberi haber olduğu için yapan insanları öpüp başımın üstüne koyarım. Ama maksatlı haber yapan kişileri de hiç kimse benim kadar aşağılayamaz. Her gördüğüm yerde ya da sosyal medyada içimden geçenleri suratına söylerim.

   Gazeteciler için ders niteliğindeki bu girişten sonra spora doğru geçiş yapalım. Bir Beşiktaşlı olarak Fenerbahçe muhabirliği yapmak nasıl bir şey?

   Bu soru bana çok soruluyor aslında. On yıldır herkes soruyor açıkçası. Niye şaşırıyorlar anlamıyorum. Politika muhabirliği yaparken bir partiye gönlüm vardı tabii ki, kendimi daha yakın hissediyordum. Ama yani gidip sadece o partinin mi haberlerini yapıyordum? Diğerlerinin de yapıyordum. Cumhurbaşkanını takip ediyordum, başbakanı takip ediyordum. Tamamen taban tabana zıt zihniyetteki bir siyasi partiye de gidiyordum. Onun liderini takip ediyordum. Onunla ilgili haber yapıyordum. Hiç böyle sorular gelmiyordu. Ama şimdi spora geçince sanki çok keskin virajlar varmış gibi şaşırtıcı derecede insanlar dehşete düşüyor. Beşiktaşlısın nasıl oluyor da Fenerbahçe’yi takip ediyorsun? Söyle seni müdürün Beşiktaş’a versin. Öyle deniyor bana genelde. Benim için fark eden hiç bir şey yok. Benim için ortada haber var, sadece ortada fotoğraf var. Takım mağlup olsa da ben sayfamı kurtaracak fotoğrafı çekerim. Bir üzüntü anı, isyan anı olabilir. Aynı şekilde galip gelince de bir sevinç anı ya da taraftarın bir şovu olabiliyor. Neticede ben bir gazeteciyim, sevincinde de üzüntüsünde de, A takımına da B takımına da eşit baktığım için hiç bir sıkıntı yok benim için. Ama itiraf etmeliyim ki ilk verildiğim gün müdürüm bana ”Sen Fenerbahçe’ye bak çünkü Fenerbahçe ülkenin en büyük kulübü, sen de istihbarattan geldin en tecrübelimizsin orada çok başarılı olursun” demişti. Ben Beşiktaşlıyım, beni Beşiktaş’a verseniz daha iyi olmaz mı dedim. Ben bile ilk başta böyle bir şok yaşamıştım.

   Lafın arasında itiraf ettiniz ”Türkiye’nin en büyük kulübü Fenerbahçe” diye.

   Ben demedim, müdürüm demişti ama bunu kabul etmek lazım Fenerbahçe Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütlerinden biri. Beşiktaş ve Galatasaray da çok önemli kulüpler ama Fenerbahçe’nin sayısal üstünlüğünü kabul etmek lazım. Taraftarının kulübe bağlılığını da kabul etmek lazım. Şike sürecinde bunun en canlı örneğini yaşadık mesela. Beşiktaş’ın da ayrı güzellikleri var. Taraftar kitlesi bakımından. Hepsinin kendi içinde ayrı renkleri, ayrı güzellikleri, ayrı işlevleri var. O yüzden hepsine gönül veren insanlara ben hak verebiliyorum. Siyasi partilere bakarken diyordum mesela ‘Bir insan nasıl böyle olabilir’? diye. Ama burada diyemiyorum onu. Çünkü bu gönül işi. Rengini sever, taraftar grubunun söylediği bir sloganı sever, bir futbolcusunu sever. Şampiyon olduğunda yaşadığı coşkuyu sever ve o tarafa meyledebilir. Dikkat edin mesela her dönem yüzer gezer bir taraftar kitlesi vardır. Genelde gençlerden oluşuyor tam kararını verememiş kişiler. Üç yıl üst üste Beşiktaş şampiyon olsa onların içinden Beşiktaş’a kayanlar çok olur. Üç yıl Fenerbahçe şampiyon olsa ya da bir konusu olsun, şike sürecinde çok kişinin Fenerbahçeli olduğunu biliyorum. Hatta başka takımlardan oraya geçenlerin de olduğunu biliyorum. Mesela Galatasaray UEFA Kupasını aldıktan sonra çok fazla bir taraftar kitlesi kazandı. Benim çocukluk yıllarımda Galatasaray taraftarı son derece azdı. Maçların çoğu İnönü Stadında oynanıyordu. Otuz bin kişilik stad o zamanlar oturak sistemi olmadığı için kırk beş bin kişi alıyordu. Stadı ikiye bölüyorlardı galatasaray taraftarı iki bin, üç bin kişide kalıyordu. Ama UEFA Kupası ve onun ardından gelen başarılı yıllarda özellikle gurbetçiler Galatasaraylı oldu. Mesela bu yıl Beşiktaş Avrupa’da başarılı olup kupa alırsa bu başarı taraftar dokusuna çok fazla sirayet eder.

 

    Bıraktığın yerden sorayım, Beşiktaş bu yıl Avrupa’da ne yapar?

    Beşiktaş’ın kadrosu alternatifleri bol olan bir kadro. Bu kadro Avrupa’da bir çok takımda yok. Sezon başında bana sorsalardı ‘Şampiyonlar Ligi’ne gitme Avrupa Ligi’ne git’ derdim. Çünkü orada finale kadar gidebilecek bir süreci yaşayabilir. Ama Şampiyonlar Ligi’nde de para var. Beşiktaş bu gruptan çıkacak gibi görünüyor. Üçte üç yaparak 9 puana ulaştı. Çıkarsa bir sonraki turda rakibi muhtemelen kaya gibi takımlardan biri olacak ve elenecek diye düşünüyorum.

 

   Milli Takıma geçelim. Hırvatistan galibiyeti bizi birazcık umutlandırsa da İzlanda maçındaki hezimet bizi gerçeklerle yüzleştirdi. Milli Takım ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bundan sonraki süreçte nasıl bir serüven bizi bekliyor?

    Son maçı televizyondan izleyebildim ama önceki iki maçı statta çıplak gözle izledim. Milli Takımın bundan önceki iki maçını da beğenmemiştim. Hırvatistan’ı burada yendik ama futbol adına ortaya hiç bir şey koyamadık. Ama Hırvatlar yedi sekiz tane gol kaçırdılar. Bir tanesi net penaltıydı, Burak koluyla aldı hakem vermedi. O maçta hakem bizi kolladı. Haketmeden maç kazandık. Bu aslında sonraki maçta yaşayacağımız çöküşün habercisiydi. Ben hep böyle görmüşümdür. Bu hafta oynanan maçlardan ben bir sonraki haftayı tahmin edebiliyorum artık. Her takım için bunu görebiliyorum. Türkiye’de oynanan futbol alabilenler için mesajlarla doludur. Yani Hırvatistan maçını bir dikkatle analiz edemedik. İzleyenlerin hepsi iyiye doğru gittiğini, Lucescu’nun sihirli elinin dokunduğunu falan düşündüler ama ben o maçtan önce de yazdım ‘haketmediğimiz bir maçı kazandık, bundan iyi bir çıkarımda bulunmazsak sonraki maçta sıkıntı yaşayabiliriz’ diye. Nitekim de öyle oldu. İzlandalılar bizi ezdi resmen. Aslında iki maçta da oynanan oyun aynıydı. Caner, Arda, Burak hepsi o maçta çok kötüydü. Aynı kadro İzlanda maçına da çıktı ve bu kötü oyun oraya da sirayet etti. İzlanda hocası bizi çok iyi analiz etmiş ve maçı farklı kazandı.

   Arda meselesine nasıl bakıyorsunuz?

   Arda’yı çok eskiden beri tanırım. Hatırlarsanız Ali Sami Yen Stadında oynanan ve tarihe ”sulu derbi” olarak geçen bir maç vardı. Çok önemlidir benim için o. Tribünlerden sular yağıyordu, Arda yedekti. Tam benim yanımda gerdirme yapıyordu. Reklam panolarına ayağını koymuş germe yapıyordu. Bekir Coşkun ”Futbol Spor Değildir” diye bir yazı yazmıştı. Arda’ya dedim ki ”Bak futbol futbol değildir diyorlar, gerçekten de galiba öyle, bu kadar şey yağıyor” dedim. Arda’nın bana bir bakışı var orada, nefretle bakıyor. Şok oldum. ”Haklısın abi veya olur mu abi böyle” diyecek diye bekledim ama kin ve nefretle baktı. Ben baltayı taşa vurduğumu anladım, bıraktım konuyu. İki hafta sonra Galatasaray, İstanbul’da bir maçı kaybetti. Arda sahadan çıkarken taraftarlar Arda’ya küfür ettiler. Teknik direktör Eric Gerets’ti, onunla beraber tünele giriyorlardı. Hoca, Arda’nın ağzını tutuyor. Çünkü taraftar ona küfür ettiği için o da taraftara ana-avrat küfür ediyordu. Adam olacak çocuk kakasından belli olur derler ya, Arda öyle isyanları olan, küçücük çocuktu kaptanlığa getirildi. Küçücük çocuktu, Caner Erkin’i dövdü. Tabii o çocuk büyüdü, çıtasını yükseltti, Bilal Meşe’yi dövmeye kalktı. Yahu adam olan utanır biraz. Bilal Meşe 65 yaşında deden yaşında ve sen sporcusun, bizim kültürümüzde büyüğüne el kaldırmak diye bir şey var mıdır? Hakaret etmek, küfür etmek var mıdır? Yanlış bir şey yazmışsa kibarca uyarırsın karşındaki insansa zaten bunu anlar. Mesela en son Emre Belözoğlu’nun Şener’e küfür ederken resmini çektim. Ukrayna’daydık, Emre o gece beni telefonla aradı. ”Süleyman abi hiç yakıştı mı sana, bunca yıldır tanışıyoruz sana bir kötülüğüm mü oldu, bir yanlışım mı oldu?” dedi. ”Yazıklar olsun sana başka bir şey demiyorum” dedi. Ben de ona ” Ettiğin küfrü sadece ben değil, orada bulunan bütün gazeteciler gördü” dedim. ”Paylaştığın fotoğrafta hakeme küfür ediyordum. Arkadaşımızın burnuna dirsek gelmişti, orada ben hakeme isyan ediyordum” dedi. Futbolcularda adrenalin o kadar yükseliyor ki, o an ne yaptıklarını hatırlamıyorlar.Ben ona pozisyonu hatırlattım, ”Benim kornere vurduğum topu mu diyorsun?” dedi. Evet orada küfür ettin dedim. Bir an durakladı ve orada hatırladı ve maçlarda oluyor böyle şeyler dedi. ”Abi tamam çok özür dilerim” dedi ve telefonu kapattı. Demem o ki, maç anında olsa kavgalar, parlamalar biraz hak verilebilir. Gerçekten nabız çok yükseliyor, adrenalin tavan yapıyor falan ama maçtan sonra aylar geçmiş, uçağa binerken kin güderek adamın peşinden gidiyorsun onu tek köşede yakalıyorsun, vurmak için hamle yapıyorsun çok ayıp şeyler bunlar. Bir sporcuya, hele ki kaptana hele ki, Barcelona gibi bir takımda oynayan bir oyuncuya hiç yakışmıyor. Onu bir günde affetmek de bize hiç yakışmadı. Bir futbolcuya sen hata yaptın ama ben sana muhtacım gel seni affedeyim dersen o da kendini dev aynasında görür ve bu tür hareketleri ne kadar yaparsa yapsın haklıdır. Eskişehir’de oynanan Hırvatistan maçında, takım sahada ısınırken Arda elinde karton bardakla çıktı arkadaşlarıyla makara yapıyor. Ayağında da halhal takılıydı. Bir elinde kahve taraftar onu alkışlıyor o da lakayt bir şekilde karşılık veriyor. Ne kadar ayıp ve saygısızca bir hareket. Seni örnek alacak çocuklar var, rol model olacaksın. Öncelikle yaptığın işe saygı göstereceksin. Sen Milli Takım kaptanısın, kabadayılık, diklenmek sana yakışmaz. Bu hareketleri yapana sahip çıkan zümre de hastalıklı zümredir. Fanatiklik de var tabii. Mesela Galatasaray taraftarı her halükarda Arda’ya sahip çıkmayı kendine zorunluluk olarak görüyor. Yanlış da yapsa, kavga da etse haklı veya haksız olduğuna bakmadan sahiplenmeyi kendine bir zorunluluk olarak görüyor. Sen taraftar olarak böyle yaparsan Arda Milli Takımdan da gönderilir, Barcelona’da da aforoz edilir. Sonra kaybolur gider. Kendine zarar veriyor aslında ama farkında değil. Giderek küçülüyor ve bir kaç yıl sonra kimse Arda adını ağzına bile almayacak artık.

 

    Türk Futbolunun bundan sonraki yol haritası ne olur?

    Köklü değişikliklerden bahsediyoruz hep ama bunu bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Çünkü biz köklü değişikliğin ne olduğunu bilmiyoruz henüz. Ahmet oynamayıp yerine Mehmet oynayınca köklü değişiklik yaptığımızı sanıyoruz. Köklü değişiklik bu değil. Futbol felsefesini değiştirmemiz lazım. Yapılanmayı değiştirmemiz lazım. Bunlar da çok uzun vadeli şeyler. Fakat Türk halkı ve spor medyası asla bu sabrı gösterecek olgunlukta değil. Bizim halkımız futbola çok fazla ilgili. Bu kadar yatırımın bu kadar para akıtmanın karşılığı bu olmamalı. Bu kadar zaman ve sayfa ayırmanın karşılığı bu kadar başarısızlık olmamalı. Bakın ben voleybola da bakıyorum. Voleybolda bir koyup bir alıyorsun. Bir kadro yapıyorsun, yabancılarını iyilerden seçiyorsun, o sene Avrupa şampiyonu oluyorsun. Şimdi bir sene Vakıfbank, bir sene Eczacıbaşı, bir sene Fenerbahçe alıyor. Çünkü sağlıklı işliyor, altyapıları da var. Üç tane dünya çapında voleybolcu geliyor, üç de Türk ile beraber dünyanın en iyi takımını oluşturuyor. Milli Takım orada da sıkıntılı ama Futboldaki kadar kötü değil. En kötüsü Avrupa üçüncüsü oluyor. Yani futbolda sağlıksız yapılanma var.

    Peki futboldaki bu altyapı efsanesi! için ne düşünüyorsunuz? Efsane diyorum çünkü her takımın bir altyapısı var ama ülkede altyapı diye bir şey yok.

   Bir ay önce Türkiye’nin en önemli kulüplerinden birinin başındaki teknik adama sordum. ”Altyapıdan yirmi beş yıldır bir tane adam gelmiyor” dedim. ”Altyapı var mı ki” dedi. O kadar para yatırılıyor, başında teknik adamlar var. Anadolu’nun çeşitli illerinden çocuklar getiriliyor aileleri ile birlikte. Onlara daire veriliyor, çocuk okula yerleştiriliyor ama yine de olmuyor. ”Onlar olması gerektiği için varlar” dedi. ”Gerçek misyonları oyuncu yetiştirmek değil” dedi. ”Gerçek misyonları, var olmaları gerektiği için varlar” dedi. Çünkü altyapı apayrı bir şey. Buraya çok ciddi anlamda para yatırmak gerekiyor. Şimdi para yatırılıyor ama çok ciddi anlamda yatırılmıyor. Başına iyi bir hoca getireceksin, çocuklara okulunu tesisin hemen yanına kuracaksın. Çünkü okul bütün sporcuların başarılı olmalarının önündeki en büyük engellerden biri. Hem spor hem okul aynı anda yürütülmesi çok zor. Günde altı saat antrenman yapan bir sporcunun, normal okulda diğer öğrencilerle yarışması mümkün değil. Bu sporculara özel bir program uygulamazsanız bir noktadan sonra çocuklar ve aileleri spor ve eğitim arasında tercih yapmak zorunda kalıyor. Oysa sporda başarılı olan öğrencilere karşı daha tolerans tanınsa belki de dünya çapında sporcu olacak ama bu olmadığı için zaman içinde yok olup gidiyor. Oysa Avrupa bunu çözmüş. Altyapılarının hemen dibine okullarını kurmuşlar. O okullarda okuyanlar hep sporcu ve bunlara her türlü kolaylık planlama yöntemiyle sağlanıyor. Bizde de büyük takımların kolejleri var ama hepsi para kazanmaya yönelik çalışıyor. İsmini ticarete döndürmüş. Oysa mesela Fenerbahçe Kolejini Kayışdağı’na değil de Dereağzı’na kursa orada sadece Fenerbahçe’de oynayan çocuklar okusa ve öğretmenler de çocukların antrenman saatlerine göre program yapsa daha iyi olmaz mı? Bir diğer sorun, A takımında antrenör üç milyon euro alırken altyapıda antrenör beş bin TL alıyor. Dolayısıyla bu işe bakan adam elinin ucuyla yapıyor. İyi para kazanamayan hoca yanlış yollara tevessül edebildiği için hak eden oyuncuları oynatmıyor dolayısıyla iyi oyuncu yetişmesinin de önüne geçmiş oluyor. Ama altyapı antrenörüne kimseye ihtiyaç duymadan hayatını yaşayabileceği bir maaş verirseniz o da tam zamanını futbolcu yetiştirmeye ayırır ve çocuklar arasında fırsat eşitliği sağlayarak rekabet içinde oyuncu yetişmesinin yolunu açmış olur. On yıldır aynı adam altyapının başında ama bir tane bile oyuncu A takıma çıkmamış. Ama adam hala orada duruyor. Başarısız olan adam nasıl on yıl durur görevinde? Demek ki kimsenin umurunda değil. Adam bu işi yarı zamanlı yapıyor. Normalde uğraştığı bir işi var. Antrenman olduğunda atlıyor arabasına gidiyor iki saat antrenmanı izliyor sonra gelip kendi işine bakıyor. Adama para vermezsen hayatını kazanmak için başka işlerle uğraşır.

‘Bizde Futbol Kültürü Yok’

 

   Altyapılardan oyuncu çıkmamasında taraftarın rölü nedir peki?

   Ben Türk halkının sporsever bir halk olduğunu düşünmüyorum. Bizde tartışma kültürüne prim tanıyan bir anlayış var. Taraftar takımının yenmesini rakip taraftarlar kendisini kızdırmasın diye istiyor. Ya da kendisi onları kızdırmak için istiyor. Herkes akşam Erman Toroğlu’nu Ahmet Çakar’ı izliyor ama izlemiyormuş gibi yapıyor. Herkes aynı şeyi söylüyor, ‘Kanalları geziyordum gördüm’ diyor. Çünkü biz onun tartışmasını seviyoruz. Oradan çıkacak hararetin yansımasını kendi iş yerimizde, özel hayatımızda görmeyi seviyoruz. Kesinlikle sporsever bir millet değiliz. Bakın Başakşehir, Süper Lig’de oynuyor. Dev bir kadrosu var. Tribünlerine bakın bomboş. Gelen seyircilerin tamamı bedava biletle gelenler. Kayseri’ye bakın, stad bomboş. Gelenlere sandwiç verdiler, bilet fiyatını da 3 TL yaptılar o gün doldu stad. Eyüpspor-Diyarbakırspor maçı oynanıyor, İstanbul’da kaç Diyarbakırlı var? En az yüz bin kişi vardır. Kaç tanesi maça gidiyor? On kişiyi geçmez gidenler. İstanbul’un en büyük semtlerinden biri Eyüp maçlarını kaç kişiye oynuyor? Oysa yurt dışını geziyoruz, görüyoruz. Köln 2. Ligde oynuyordu. Elli bin kişilik stadı var. Kombineleri çıkar çıkmaz bitiyor. Başarısı olmasa da elli bin kombinesi satılıyor. O bir kültür olmuş artık. Hafta sonu Köln’ün maçına gitmek onlar için bir alışkanlık. Fenerbahçe, Sheffield United ile hazırlık maçı yapmıştı. Maç için oraya gittik. Hiç adını duyuyor muyuz? Renklerini bile bilmiyoruz. Kaçıncı ligde olduğunu bile bilmiyoruz şu an. O kadar kötü bir yer ki, bizim Anadolu’nun bir çok kenti oradan çok daha sevimli ve sıcak. Hayatta yaşanmaz bir yer. Ama taraftarı takımına o kadar sahip ki. Her maçına geliyor ve stadın altını mezarlık yapmışlar. Adam kulübe bağış yapıyor karşılığında öldüğü zaman cenazesi oraya gömülüyor. Bu takıma ruhunu veriyor yani. İngiltere’de küme düşme maçları bile full stadlarda oynanıyor. Bana Şenes Erzik anlattı, ”İngiltere’de maçların gündüz oynanmasının sebebi çocuklar gelebilsin diye. Bu kültürün kaybolmaması için çocukların maçlara gelmesine çok önem veriyorlar. Çünkü çocuklar gelecekteki taraftarlar demek.” Bu kadar hassas ve ince bakıyorlar. Bizde gece de oynansa gündüz de oynansa taraftar bu. Bizde futbol kültürü yok.

   Yabancı kuralının Milli Takım’ı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

   Ben kafatasçı bir insan değilim. İngiltere’ye bakıyoruz orada da çok sayıda yabancı var hatta neredeyse İngiliz oyuncu yok. Ama onlarda futbol tek yönlü çalışmıyor. Liglerinde çok fazla yabancı oyuncu var ama bir o kadar İngiliz oyuncu da dışarıda oynuyor. Bizde ise dışarı verebildiğimiz üç oyuncumuz var. Onlarda altyapılarını Avrupa’da almış oyuncular. Biz kendi içimizde oyuncu yetiştiremiyoruz. Üstü de yabancılarla doldurunca sistem iyice tıkanır. Altta köklü değişiklikler yapıp üstü de iyi yabancılarla beslersen o zaman başarı elde edebilirsin. Ama biz altı tamamen boş vermişiz, sonra başarı bekliyoruz, olmaz. Altyapıyı çalıştırabilirsek yabancı sayısının hiç bir zararı olmaz. Ama şimdi zararlı gibi görünüyor. Benim kişisel görüşüm Türkiye altyapısını hazırlamadığı için tamamen endüstriyel futbolun kucağına oturmuş durumda. Hiç bir ilden oyuncu yetişmiyor artık. Çok acı bir durum ama maalesef gerçek bu.

   Peki suçlu kim?

   Suçlu çok gibi görünüyor aslında ama benim gözümde tek. Bizde iş suçlamaya gelince, futbolun katili hakemler, yöneticiler, teknik adamlar, başkanlar, basın vs. Hayır efendim. Kesinlikle ve kesinlikle iddia ediyorum, futbolun katilinin tamamen halk olduğunu düşünüyorum. Başarısızlığa tahammül göstermeyen, sürekli başarı isteyen taraftar topluluğu yani halkımız aslında bu başarısızlığın zeminini oluşturuyor. Şöyle düşünelim Fenerbahçe bu sene forvete Janssen’i aldı. Ondan önce genç Ahmethan Köse oynadı. Fenerbahçe, Janssen ve Soldado’yu almasa ve ben yola Ahmethan ile devam edeceğim deseydi ne olurdu? Taraftar tefe koyardı değil mi? Her maçta ‘yuha’lardı. Teknik adama da kızardı, ‘başkana istifa’ derdi. Hem altyapıdan oyuncu çıkmıyor diye şikayet edeceksin, hem de oynayacak olan gençlere tahammül göstermeyeceksin, olmaz öyle şey. Yani acımasızca başarı bekleyen taraftarda hata var. Oysa ikinciliği ve üçüncülüğü de başarı saysa, takıma bu sene monte edilmiş üç tane genç oyuncuyu başarı saysa ve bunlara geleceğin oyuncuları gözüyle bakabilse, belki bir sene ikinci olacak ama daha sonra belki de uzun yıllar şampiyonluklara ambargo koyacak. Bu kadar çok beklenti içindeki taraftar işlerin rayında gitmesine engel oluyor. Zihniyet böyle olunca bu ülkede futbolun gelişmesini nasıl beklersin? Asla gelişmez, asla gelişmeyecektir. Trabzonspor nasıl şampiyon oldu? Yenilmez armadaydı o yıllarda. Takımın tamamı Trabzonluydu, bir tane ya da iki tane dışarıdan monte vardı. Şimdi önünde bir gerçek model var. Ama sen bunu görmezden geliyorsun. Her sene on tane adam alıyor. Bir dahaki sene on tane adamı gönderip yeniden on tane daha adam alıyor.

   Trabzonspor’dan söz etmişken Yusuf Yazıcı ve Abdulkadir Ömür örneği var. Ne düşünüyorsunuz?

    Armut bahçen var. Yürlerce armut ağacın var ve binlerce armut yetiştirebilecekken sen sadece iki armut yetiştiriyorsun ve bununla övünüyorsun. Yok öyle şey. Bu iki çocuk çok yetenekli, nerede olsa oynayabilecek çocuklar. Ama bunun devamını getiremezsen eğer sorunu çözemedin demektir. Trabzon bu konuda en çarpıcı örnek aslında. Çünkü önünde böyle bir modeli var ama onun ardından değişerek endüstriyel futbola ayak uyduruşu ve yok oluşa doğru gidişi var. Kaç yıldır şampiyon olamıyorlar. Neden? Çünkü bu çizgiyi bıraktı her sene on tane yabancı alıyor. Çünkü taraftar baskısı çok fazla.

Röportör : Yılmaz BEZGİN

Editör      : Müge H. YÖNTER

Önceki İçerikSağlık muhabiri İnci Döndaş, Salomon Kapadokya Ultra-Trail’da önce yarıştı sonra yarışı yazdı…
Sonraki İçerikTGRT Spor Müdürü Hakan Dede: Futbolsuz futbol programları var. 3-5 beyefendi oturmuş, bağıra bağıra…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz