TJK’nın Sesi Dergisi Eylül ayı konuğu

SÜLEYMAN ARAT’IN VELİEFENDİ HATIRALARI

Usta bir gazeteci ve foto – muhabiri olan Süleyman Arat’ın yolu henüz çok küçük yaşlarda Veliefendi ile kesişmiş… At yarışlarının gölgesinde geçen çocukluk ve gençlik yıllarının ardından, birçok hatıra biriktiren Süleyman Arat ile gerçekleştirdiğimiz keyifli röportajımızı siz okuyucularımızla paylaşmak istedik…

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

At yarışlarıyla alakalı çektiğim fotoğraf karelerinden, jokeylerle, at sahipleriyle yaptığım yüzlerce röportajdan ve yakaladığım birbirinden ilginç haberler yüzünden, atçılık camiası tarafından tanınan gazetecilerden biriyimdir.
Kısa bir hatırlatma babında kendimden bahsetmem gerekirse, 1961 yılında İstanbul’da doğdum. Çocukluk yıllarım da Aksaray’da geçti. Babam Yüksel Arat’ın Laleli ve Beyazıt’ta  işlettiği “Foto Fen” adındaki fotoğraf stüdyolarına gide gele baba mesleği fotoğrafçılığa, ardından da gazeteciliğe merak saldım.
Fotoğraf bilgim sayesinde 1982 yılında stajyer olarak başladığım Hürriyet Gazetesi’nde de aralıksız olarak 36 yıldır çalışmaktayım.

Herkesin gıpta ettiği Foto muhabirliği mesleğinden bahseder misiniz?

1982 yılında kapısından girdiğim Hürriyet Gazetesi’nde ilk önce istihbarat muhabiri olarak çalıştım. İstihbarat muhabirliği, adli ve politik haberleri içerir.
Yıllarca, siyasi liderleri ve günlük adli olayları takip ederek birçok haber yaptım.
Başarılı ve ses getiren çok sayıda ödüller aldım, ‘Şampiyonum’ ve ‘Yokuş Yukarı’ adlı iki de kitap yayınladım.
2006 yılında branş değiştirerek Spor Servisi’ne geçtim.
Tam o günlerde beni yetiştiren ustam Atılay Kayaoğlu emekli oldu ve Fenerbahçe Foto muhabirliğini bıraktı. Ondan boşalan yere de Beşiktaşlı olmama rağmen beni getirdiler. Profesyonel olduğum ve haberlerime duygularımı karıştırmadığım için 2006 yılından beri bir sorun yaşamadan, Fenerbahçe muhabir ve foto muhabirliği yapıyorum. Camia bana güvendi ve kucak açtı, ben de aynı duygularla profesyonelce ve zevkle Fenerbahçe Muhabirliğini sürdürüyorum.

Foto -muhabirliği dışarıdan bakıldığında fotoğraf çeken herkesin yapabileceğine inandığı, bütün gençlerin de ideal meslek olarak gördükleri bir iştir.
Sanırım bunun nedeni biraz da, en önemli maçlarda en önemli futbolcularla, teknik adamlarla ve yöneticilerle yan yana olabilme hayali.
Ancak, dışarından bakanlar buzdağının sadece suyun üzerinde kalan yanını görürler. Yaptığımız iş hem çok zor hem de büyük sorumluluk isteyen bir iş.
Kendimden örnek vereyim; Bâb-ı Âli’nin Amiral Gemisi’nde çalışıyorum. Bir Hürriyet Muhabiri olarak her zaman en iyi olmam gerekir. Bazen en iyiyi yakalayamasam da çok geride kalmadan başarılı işlere imza atmak zorundayım. Bunlar çok kolay şeyler değil. Her zaman algılarımız açık olacak şekilde, tetikte olmamız gerekiyor. Tıpkı bir sporcu gibi kendimize bakmalıyız.
Saniyenin onda biri gibi bir süre içinde, golün nasıl atıldığını, golü atan futbolcunun sevincini çekiyoruz, aynı anda protokoldeki yöneticinin, tribündeki seyircinin ve kulübedeki teknik adamın sevincini çekiyoruz. Oyuna çok sıkı olmanız lazım. O sırada, aklınız başka bir yerde olursa, performansınız düşük olursa veya uykusuz olursanız bu yaşananların bazılarını veya hepsini göremeyebilirsiniz. Olayı tersinden ele alırsak, sayılmayan bir golü, bir penaltı pozisyonu, eğer penaltı verilmediyse o anda hakemin mimiklerini, tribünde maçı izleyen kulüp başkanının hareketlerini görüntülemeniz ve okuyucuya aktarmanız lazım. Dolayısıyla, her zaman dikkatli, titiz ve formda olmanız gerekiyor. Mesleğimiz dışarıdan gözüktüğü kadar kolay değil fakat, tüm bunlara rağmen çok keyifli yanları da yok değil. Her gün yeni bir şey üretiyorsunuz ve ürettikleriniz okuyucularla buluşuyor. Daha sonra, gerek sosyal medya üzerinden, gerek gazeteden, gerekse telefon ile reaksiyonlar alıyorsunuz. Yaptığınız bir haberin veya çektiğiniz bir fotoğrafın güzel olduğuna dair övgüler gelebiliyor, ödüller kazanıyor, tanınıyorsunuz. Bu şekilde geri dönüşler almak, bir foto – muhabirini her zaman mutlu eden konulardır. O zaman okunduğunuzu, izlendiğinizi ve takip edildiğinizi hissediyorsunuz. Bu şekilde hedefinize ulaşmış oluyorsunuz.

At yarışlarına olan ilginiz nasıl başladı?

Türk insanının birçoğunda at sevgisi olduğunu düşünüyorum ama sanıyorum ki bende bu sevgi biraz daha fazlaydı. Çocukluğumun geçtiği Aksaray’da Türkiye’nin ilk AVM’si olan, UFİ’ninönünden kalkan dolmuşlar Veliefendi’ye giderdi. Kahyaların “Veliefendi’ye! Veliefendi’ye!” diye bağırdıklarını duyar, “Bu Veliefendi neresidir? Nasıl bir yerdir, Orada ne yapılır?” diye hep merak ederdim. Bir gün, çocukluk arkadaşım Hakan Ünkan “Bugün at yarışlarına gideceğim, istersen birlikte gidelim” dedi. Meğer Hakan’ın babası Emin Amca’nın da eskiden atları varmış, ben o zamanlar, at sahipliğinin ne demek olduğunu, yarışların nasıl yapıldığını, Veliefendi’nin nerede olduğunu falan hiç bilmiyordum. ‘Tabii!’ dedim, ‘Gelmez olur muyum!’ Aksaray’dan yürüyerek Yenikapı’ya gelip, trene bindik. Tren Yenimahalle durağına gelince yüzlerce kişiyle birlikte indik, gene yüzlerce kişiyle birlikte rayların üzerinden Veliefendi’ye doğru yürüyüp Hipodroma girdik.
Giriş, o giriş!
Üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen at yarışlarını hala sevgiyle ve beğeniyle takip ediyorum. İlk gördüğüm safkan, As Grandfather oldu. Daha sonra art arda düzenlenen koşularda, Cihangir Harmony ve Nilüfer adlı safkanlar koşuyordu. Benim şansıma mı artık bilemiyorum, üçü de tam birer at güzeliydi. İşte bu şekilde, at yarışlarına olan sevgim başladı. Arkadaşlarım Hakan Ünkan ve Bülent Gülen’le uzun yıllar Veliefendi’ye keyifle, koşarak gittik. O yıllarda 20’li yaşlara merdiven dayayan gençler olarak o kadar ustalaşmıştık ki!.. Bir atı, yürüyüşünden, kuyruğundaki kınadan, renginden adını doğru tahmin edebiliyorduk. Tabii, o zamanlar bu kadar çok at da yoktu.

Yıllar geçtikçe, yaşım da artınca burada sadece müşterek bahislerin olmadığını, birçok sosyal aktivitenin de düzenlendiğini gördüm. Buraya gelen insanların atları çok sevdiklerini, bir mücadele ruhu olduğunu, jokeylerin ayrı ayrı karakterleri olduğunu, onların kazanmak için ne mücadeleler verdiğini gördüm. Bir insan, futbolcu, güreşçi veya boksör olabilir ama her insan jokey olamaz. Jokeyleri tanıdıkça saygım da arttı. Televizyondan yarışları izlerken, kalabalık bir grup halinde virajlara girdiklerinde, düşmesinler diye kalbim küt küt atıyor. Artık burası benim için bir stres atma ve bir mutlu vakit geçirme alanı oldu. Yeşillikler içinde dolaşan Pony atlarını görmek, padokta yarış atlarına yaklaşmak gibi aktiviteler beni çok mutlu ediyor.

Unutamadığınız anılarınızdan birkaçını bizimle paylaşır mısınız?

Az önce de bahsettim, serde Aksaraylılık var. Buraya geldiğimizde, içeride bir kaymak tabaka gördük. Hepsi hipodromun en üst katındaki, at sahipleri salonuna çıkıyorlardı. Bir gün camdan şöyle bir baktık ki içerisi şahane. Her şey yeniliyor, içiliyor. Çocukluk aklı tabii, bizim çok ilgimizi pastalar, kekler gazozlar çekti.
At sahiplerinin içeri nasıl girdiklerine dikkat ettik. Hepsi yakasına veya kemerine deriden yapılmış, biri yeşil diğeri kırmızı, üzerinde de altın yaldızdan at nalı olan bir kokart takıyor, kapıdaki görevliye bunu gösterip giriyorlardı.
O yıllarda fotoğraf çekmeye başladığım için hemen bu kokartı çektim. Daha sonra bu fotoğrafı karta bastırıp mahallemizin ayakkabıcısına götürüp aynısından yapıp yapamayacağını sorduk. “Yaparım tabii!” dedi ve iki saat içinde birebir benzerini yaptı. Biz de bu kokartlar sayesinde üç kafadar, tam iki yıl boyunca, neredeyse her  yarış günü at sahipleri salonuna girdik, yedik – içtik ve yarışları da o yıllarda Celaloğlu, Eliyeşil, Atman, Kura, İlbey, Çokay, Zirenk gibi ünlü at sahiplerinin yemek yiyerek yarış izlediği, o lüks balkondan onlarla yan yana takip ettik.Tahminimce, bizim için “Kim bilir hangi at sahibinin oğulları bunlar?” diyorlardı ama hiç kuşkulanan, soru soran çıkmadı… Biz bunu iki sene devam ettirirdik ama daha sonra TJK o kokartları değiştirdi, biz de yeni kokartlardan yaptıramadık. Bu unutamadığım anılarımdan biridir…

Bir başka anım da at yarışlarının yeni yeni popüler olmaya başladığı 1989 yılında, at yarışları Hürriyet’te tek sütun olarak verilirdi. Ben de at yarışlarına ilgi duyduğum için Hürriyet’in tahmincisi Kamil Oladlı ile sohbet eder birlikte öğlen yemekleri yerdim. Merhum Kamil Oladlı, atçılık camiası tarafından tanınan ve çok sevilen eski Komiserler Kurulu Üyesi, at sahibi ve antrenördü. Kendisinden çok şeyler öğrendiğim, öğütler aldım, nur içinde uyusun.
O yıllarda Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni şehit gazeteci Çetin Emeç’ti. Çetin Bey bir gün Kamil Abi’yi yanına çağırtıp “At yarışları ile ilgili bir röportaj yayınlayalım” demiş. Kamil Abi de benim ilgimi ve bilgimi anlatıp ‘Süleyman Arat yapsın’ diye önermiş. Bunun üzerine efsane gazeteci Çetin Emeç, beni çağırttırdı. Yeni yeni popüler olan at yarışlarıyla alakalı, fotoğraflarla ve yazısıyla ses getirecek muazzam bir röportaj istediğini söyledi. Heyecandan içim titredi.
Hemen o çarşambagünü Veliefendi’ye geldim. Güzel kareler yakalamaya çalıştım ama hava da aksi gibi hafif yağmurluydu. O gün çektiğim fotoğraflar beni tatmin etmeyince Cumartesi günü yeniden at yarışlarını izlemeye geldim. Bazı güzel fotoğraflar yakaladım ama bu sefer de Çetin Bey fotoğrafları beğenmedi. Çetin Bey’in, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi Genel Yayın Yönetmeni olduğunu söyleyebilirim. Kendisi çok titiz biriydi. Beni yanına çağırıp, “Süleyman fotoğraflar güzel olmuş, eline sağlık. Ancak, öyle bir fotoğraf olsun ki, onu göbekten açıp tam sayfa yayınlayalım. Bir jokeyle de röportaj yap, onu da fotoğrafın altında yayınlayalım. Bu sene Türkiye’nin en çok yarış kazanan jokeyi Kadir Altınöz’müş. Onunla bir röportaj yap” dedi. Ben de Veliefendi’ye geldim ve Kadir Altınöz’ü buldum. Kendimi tanıttıktan sonra röportaja başladım. O da, hangi saatte kalktığı, kendine nasıl baktığı, nasıl beslendiği, nasıl idman yaptığı konularında sorduğum sorulara yanıt verdi. Röportajın sonunda, “Jokeyler kazandıklarında, potoda yumruklarını havaya kaldırıp bir zafer hareketi yaparlarmış. Siz de bize böyle bir poz verebilirseniz, onu yayınlamak istiyoruz” dedim. Kadir Altınöz de bana “ Ben hacı adamım, öyle hareketler yapmam! Size yanlış bilgi vermişler” dedi. Ben de ona, Genel Yayın Yönetmenimiz bu fotoğrafı mutlaka istedi, Çetin Bey’e gidip “Jokey böyle bir hareketi yapmıyormuş, yanlış biliyorsunuz diye nasıl derim?” dedim.
Hacı olmanızdan önce eski çekilen fotoğrafınız arasında böyle bir kare varsa, onu da kullanabileceğimizi söyledim ama o da yokmuş. Halimi görünce Kadir Altınöz, eline resmi bülteni aldı, sayfaları çevirdi çevirdi ve “Bugün 6  yarışa biniyorum ama şu 5. koşuyu kesin kazanırım, sen potonun oraya git. Ben tam potonun önünden geçerken senin için yumruk yapacağım. Onu çekersin, bir daha da kimse için bunu yapmam!” dedi ve gitti.
O gidince düşündüm ve kendi kendime, ‘Bundan büyük tüyo olur mu? Kazanacağını adamın kendisi söyledi’ dedim. O zaman tabii cep telefonu filan yok. Herkes ankesörlü telefon kullanıyor. Ben de gittim on tane telefon jeton aldım ve başladım aramaya. Önce babamı, sonra beni ilk defa at yarışına getiren Hakan Ünkan’ı, Bülent Gülen’i, rahmetli gazeteci ustam Atılay Kayaoğlu’nu, mahalleden arkadaşlarımı, kısacası arayabildiğim herkesi aradım ve 5. koşuyu Kadir Altınöz’ün bindiği atın mutlak kazanacağını söyledim. Daha sonra ben de gidip, cebimde ne kadar param varsa, o ata yatırdım. Atlar padokta gezinirken ‘boşuna bakmayın yarışı 5 numara kazanacak’ diye bağırmak bile geçti.
Atlar start makinesine gitti ben de yeni aldığım motorlu fotoğraf makinemle potonun önündeki yerimi aldım. Düzlük dönüldü, atlar çok hızlı bir şekilde önümüzden geçtiler. Ben deklanşöre basıyordum. Fakat, sanki Kadir Altınöz’ün bindiği atı göremedim gibime gelmişti. Yanımda fotoğraf çeken Yurdakul Kayacan’a sordum. “Kadir’in atı bak şimdi geliyor” dedi. Gerçekten de Kadir Altınöz’ün bindiği at yavaş yavaş gelip, potoyu geçti. Hemen yanına koştum tabii ama ona, ‘Hani kazanacaktın? Beni kandırdın, ben herkese kazanacağını söyledim…rezil oldum’ diyemezdim. Haliyle, “Kadir Bey, yumruk şovu yapacaktınız?” dedim.  O da “Evladım, at pustu ben ne yapayım. Bu araba değil ki bas gaza gitsin. Canı metabolizması olan bir hayvan. Korkar, üzülür, küser, depresyona gerer, uyuyamaz. Hepsi olur. Sonuçta bu motor değil, araba değil!” dedi.
Böylece, at yarışının bir bileni olmadığını, bir tüyosu olmadığını, burada “Atların koşup bahtın kazandığını” çok iyi anlamış oldum.

Kadir Altınöz ile yaptığım röportaja ait olan fotoğrafları hemen gazeteye getirdim ve yazı işlerine sundum. Tahmin edersiniz ki yine Çetin Bey beğenmemiş. “Fotoğraflar olmamış” demiş. Bu işi haftaya bırakalım, bize sıradan bir fotoğraf değil, tam sayfa açacağımız, harika bir fotoğraf yakalasın” demiş. Demiş, istemiş de bu iş o kadar kolay olmuyor.
Ne yapıp etmeli mutlaka iyi bir kare yakalamalıydım.
Gazetenin demirbaş dolabından tabiri caizse soba borusu kalınlığında olan 1000 mm objektifini aldım. Şimdiki gibi 2.8, otomatik netlemesi olan bir objektif değil, 5.6 sabit diyaframı olan çok ağır ve büyük bir objektifti. Boyum da kısa olduğu için omzuma taktığımda neredeyse yere değecek gibi, ayağıma kadar geliyordu.
O halde Veliefendi’ye geldim. Açıkçası, umutsuzdum… Objektifle değil fotoğraf çekmem elde taşımam bile mümkün değildi. Ama artık yola çıkmıştım ve geri dönüşüm yoktu.
TJK Basın bürosundan görevli kartımı aldım, çim pistteki 1000 metre virajının oraya gittim, yere yattım ve fotoğraf makinesinin ayarlarını yaptım. Objektifin alt tarafında çimenlerin gözükmemesi için çakmağımla ön tarafını biraz yükselttim. Yarış başlayınca, atlar starttan çıkacak, inşallah güzel bir fotoğraf yakalarım diye umut ediyordum. Tam o sırada, benim 150-200 metre önüme 40-50 tane martı kondu. Kendi kendime, ‘Bu martılar atlar yaklaşınca uçar’ dedim. Otomatik netleme de olmadığı için her ihtimale karşı, martıların olduğu yeri netleyip beklemeye başladım. Start verildi ve atlar start makinesinden çıktılar. Yüzüstü yere uzandığım için, atların nal seslerinden, “Güp! Güp! Güp!” diye yerin sallandığını ilk kez o gün fark ettim. Tam o sırada atlar martıların arasına daldı. Ve martılar havalandı. Açıkçası, martılara rüşvet versen bu sahneyi gerçekleştiremezsiniz. Martılar ve atlar bir arada… O sırada ben “Şık! Şık! Şık! Şık!” çekiyorum ama ne çektiğimi de bilmiyorum. 10 kare anca çekebildiğim halde 36 karelik filmi geri sarıp, kendimce garantiye aldım.
Çetin Emeç’in isteği muhteşem kareyi yakaladığımı düşünüyordum. Hemen gazetenin arabasına binip Cağaloğlu’nda ki Hürriyet’in tarihi Binası’na gittim. Filmi banyoya verdim. Ya flu çıkarsa, ya açık çıkarsa diye kalbim ‘güp güp’ atıyor. Dia film çıkınca çektiğim, 10 karenin de birbirinden güzel olduğunu görüp rahatladım…
Çetin Bey de o fotoğrafları çok beğendi ve Hürriyet’te tam sayfa yayınladı. Daha sonra o fotoğrafla, Türkiye Jokey Kulübü’nün Fotoğraf Yarışması’na katıldım ve birincilik elde ettim. Hiç unutmam, ödül olarak beş bin lira para almıştım. O fotoğraf TJK’nın takviminde de yayınlandı. Aynı fotoğrafla, Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin düzenlediği yarışmaya katılıp, birinci oldum. Dolayısıyla, o “Atlar ve martılar” fotoğrafı, benim için çok değerli ve unutulmaz bir fotoğraf haline geldi.

Hiç at sahibi olmayı düşündünüz mü?

Yakın arkadaşım Eczacı Hakan Ünkan daha sonra at sahibi oldu. Başka at sahibi olan dostlarım da var ama açıkçası ben hiç at sahibi olmayı düşünmedim. Çünkü, at sahibi olabilmek için ilk önce iyi bir sermayeniz olması gerekiyor. Bunun yanında, atçılık bilgisine sahip olmanız ve bu işe ayıracak zamanınız olması gerekiyor. Bu saydıklarımın hiçbiri bende yok. Bu nedenle hep yarışsever olarak kalmayı tercih ettim. Fakat, at yarışları dışarıdan ilgilendiğiniz zaman da çok güzel. Ben, herkesi hipodromlara davet ediyorum. Bu yerleri, sadece at yarışlarının düzenlendiği ve müşterek bahislere katılabildiğiniz yerler olarak görmesinler. Bütün hipodromlarda Pony atları var, çocuklar bu atlara binebiliyorlar. Bunun yanında, yarışçılık ile ilgili merak ettikleri soruların cevaplarını alabiliyorlar. Türkiye Jokey Kulübünün en önemli sosyal sorumluluk projelerinden biri olan ve engelli çocukların tedavisinde destekleyici olan bir terapi yöntemi olarak hayata geçirdiği At’la Terapi Merkezleri’nden ücretsiz olarak yararlanma imkanları var. Ayrıca, Veliefendi Hipodromu İstanbul içerisinde ender kalan yeşil alanlardan biri olarak dikkat çekiyor. Buraya geldiklerinde, yeşillik alanlarda piknik yapabilirler ve aileleri ile birlikte unutulmaz bir hafta sonu geçirebilirler. Çocuklar buraya bir defa geldikten sonra, üzerinden 40 – 50 sene bile geçse burada geçirdikleri bir hafta sonunu unutamayacaklarına eminim. Hem oksijen hem de at sevgisini burada birlikte yaşamak mümkün…

Önceki İçerikÜniversite mezunlarının 10 spor dalında yarıştığı MasterGames Turnuvası, tenis karşılaşmalarıyla başladı
Sonraki İçerikUEFA Avrupa Ligi’nde de yayıncı krizi çıktı! Fenerbahçe ve Beşiktaş maçları yayınlanmayabilir!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz