DEVRİM SAĞIROĞLU ABİMİZİN GAZETECİLİK YAŞAMI… KENDİ AĞZINDAN…
(Yeğeni Büyükberber Çetin’in Facebook paylaşımından alıntıdır…)
-Gazetecilik nereden aklınıza geldi?
-Ben 68 kuşağındanım. Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne girdim. Ancak o dönemde okul işgal altındaydı ve biz solcu öğrenciler okula gidemiyorduk. “Biz burada okuyamayacağız anlaşılan” deyip Ankara Özel Gazetecilik Okulu’na girdim. Bu okulda mesleğe yönelik çok kıymetli hocalarımız vardı. Ancak burası da sağcı öğrencilerin hakimiyetindeydi. Bu arada artık mesleğe başlamam gerektiğini düşünüyordum. Dayım Mazhar Zorlu’ya beni Milliyet’e aldırmasını söyledim. Dayım İzmir’de Altay’ın uzun yıllar başkanlığını yapmıştı. Spor yazarlarıyla da yakın dostluğu vardı. Milliyet’in Spor Müdürü Namık Sevik ve bir kısım arkadaşları zaman zaman İzmir’e ziyaretine gelirlerdi. Dayım söylemiş, o da “gelsin” demiş. İstanbul’a gittim. Namık Sevik bana “Madem spor alanında çalışmak istiyorsun o zaman İstanbul’da başla” dedi. Ben de başladım. Okulumu da Fındıkzade’deki Özel Gazetecilik Okulu’na naklettirdim. İki yıl da burada okudum
-Milliyet’teki ilk günleriniz nasıl geçti?
-Dayım, Namık Bey’den beni Sayfa Sekreteri İsmet Tongo’nun yanına vermesini istemiş. Böylece gazeteciliği çekirdekten öğreneceğimi düşünmüş. Ama o, beni Kazım Üzen’in yanına verdi. Kazım Üzen’in lakabı Melek Kazım’dı. Milliyet’te gerçekten herkese babalık yaptı. 1970’de başladığım meslek yaşamımda Kazım Üzen gibi biri ile hiç karşılaşmadım. Bana çok şey öğretti. İstanbul’da günlerim hep gazetede geçiyordu. 3 günün ikisinde gece nöbetine kalıyordum. Bu durumdan hiç şikayetçi değildim. Çok ses getiren çalışmalar yapıyordum.
-Günümüzde stajyer gazetecilerin kadro sorunu çok büyük. O zaman da öyle miydi? Siz bu kadar çok çalışırken kadroya aldılar mı?
-Hayır tabii. O zaman da insanları öyle hemen kadroya almıyorlardı. Bir gün bu kadro işini görüşmek için Namık Bey’in yanına gittim. Tam konuşmak üzereyken, Milliyet’in çaycısı Dursun içeri girdi. Hemen elimi öpmeye kalktı. Namık Bey’e dönüp, “Beyefendi , siz bunları tanımazsınız. Bunlar çok büyük insanlardır. Bizleri ihya ettiler. Neyimiz varsa Devrim Bey’in ailesine borçluyuz” dedi. Babam, o çaycının köyündeki topraklar dahil, aileye ait birkaç köydeki toprakları da çok ucuz fiyatlarla köylülere satmıştı. Adam beni böyle olağanüstü zengin gösterince, kadro sorununu unutup yanından ayrıldım. Namık Bey bir gün beni yanına çağırdı. Ankara Büroda huzursuzluk olduğunu söyledi. Anladığım kadarıyla hem kendi aralarında, hem de İstanbul’la pek anlaşamıyorlardı. “Seni Ankara’ya göndereceğim. Gittikten sonra kadro işini de çözeceğim” dedi.
-Ankara’da nasıl karşılandınız?
-Bana karşı herhangi bir tepkileri olmadı ama, kısa süre içinde teker teker ayrıldılar. Büro Spor Servisi Şefi olan Aydın Köker de ayrılınca, yerine beni getirdiler. Önce Neşet Özmen’i aldım yanıma. Sonra Taki Doğan’ı, sonra da Zeki Çol’u .. Aslında hemen hepsini tesadüfen tanıdım ve aldım. Örneğin, Taki Doğan bir gün Neşet’i ziyarete gelmişti. Bu arada bizim odada Foto Muhabiri Asaf Uçar, kanepeye uzanmış uyuyordu. Taki’nin benimle konuşmasından rahatsız olmuş. Kalkıp bağırdı. Taki hem özür diledi hem de sessizce çıkıp gitti. Bu olay içime dert oldu. Asaf’a haddini bildirdim tabii. Neşet’e o gencin ne iş yaptığını sordum. Gazeteye almayı önerdim. “Gelsin, nasıl olsa yetiştiririz” dedim. O da dünden razıymış. Taki’yi böyle aldık.Yaklaşık on yıl sonra yanımıza aldığımız Münir Bağrıaçık da karşı odada stajyer olarak çalışıyordu. Staj süresi bitmiş, “ayrılıyorum” diye uğradı. Bu arada “Ben, berber Mehmet Ayhanlar’ın yeğeniyim” dedi. Benim batıl itikatlarım vardır. İnanamayacağınız düzeydedir hem de. Milliyet’e Namık Sevik’le görüşmeye giderken hemen kapı komşusu olan berber Mehmet Ayhanlar’da traş olmuştum. Bunun bana uğur getirdiğini düşünüyordum. O da öyle başladı. Meğer yeğeni değil, köylüsüymüş. Cemal Ersen’in gelişi de ilginçtir. Özgen Acar, gazetenin istihbarat şefiydi. Aramız pek iyi değildi. Bir gün odama geldi. “Çok sevdiğim bir ailenin çocuğu var.Yanına alır mısın?” dedi. Aslında adama ihtiyacımız yoktu. Normal olarak “hayır” diyecektim. Ama bir baktım ki, Özgen Acar’ın hemen arkasında genç bir insan duruyor ve konuşmalarımızı duyuyor. Göz göze gelince dayanamadım “Peki gelsin” dedim. O da öyle başladı.
-Bir de bayan muhabir katılmış aranıza
-Evet, Ayşe Yeşin.. O da şöyle oldu: Yaz başında gençler gazeteye staja geliyorlardı. İstihbarat Şefi Derya Sazak her birini bir yerlere dağıtmış. Bana sormaya gerek duymadan Ayşe Yeşin’i de spor servisine vermiş. Kızdım tabii. “Bana haber vermeden servisime gönderemezsin” dedim. “Haklısın, kusura bakma. Söyleyeyim Ayşe’ye, o da başka gazeteye gitsin staja” dedi. Bu defa da benim gönlüm razı olmadı. Servisteki arkadaşlara “Ayşe’yi alalım. Bizim servis çok küfürbaz. Hiç olmazsa kendimize çekidüzen veririz” dedim. Arkadaşlar da onaylayınca, Ayşe bize katıldı. Kafam çok bozulunca, Ayşe’ye “dışarı çık!” diyordum. Ayşe çıkınca da içimden geldiği gibi küfrediyordum. Ayşe, halen Milliyet’te çalışıyor.
-İlkelerinden hiç ödün vermeyen bir gazeteci olduğunuz söyleniyor
– Bugüne kadar ilkelerimden gerçekten hiç taviz vermedim. Örneğin, dayım Mazhar Zorlu beni Milliyet’e yerleştirdikten yedi-sekiz yıl sonra Futbol Federasyonu Başkanı oldu. Onun aleyhine de yazdım.Üstelik o yazıyla ödül de aldım. Altı ay benimle konuşmadı.
-Bir de Yüksel Çakmur’la yaşadıklarınız varmış.
-O da ilginçtir. Yüksel Çakmur, Ecevit’in güven oyu alamadan hükümeti yürüttüğü dönemde Gençlik ve Spor Bakanı olmuştu. Ben de o günlerde nişanlanacaktım. Dayım takacaktı nişan yüzüklerimizi. Ankara Sıhhiye’de o zamanlar önemli bir otel vardı. O otelde yapacaktık töreni. Bir buçuk saatliğine tutmuştuk otelin salonunu. Yüksel Çakmur, üstelik beni hiç tanımadan haber gönderdi, “yüzüklerini ben takacağım” diye. Dayım İzmir’den sırf bunun için geliyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Güvenoyu almış bir Bakan olsaydı, “Kusura bakmayın, yüzüğü dayım takacak’’ diyecektim. Ama durum farklı olduğundan, yanlış anlaşılacağım endişesiyle bu teklifini kabul ettim. Dayım anlayışlı insandı, alınmadı, gücenmedi, yerini severek Çakmur’a bıraktı. Çakmur yüzüklerimizi takarken, neredeyse bir buçuk saatin 45 dakikasında konuşma yaptı. Kendisiyle böyle tanıştık. Aramız o ara çok iyiydi. O tarihlerde İzmir’in Altınordu takımı İskenderunspor’u 8-1 mağlup etti. Sivasspor 1 gol averaj farkıyla küme düştü. Altınordu kurtuldu. Halbuki sezon boyunca Altınordu bir maçta 2-3 golden fazla atamamış, İskenderun da iki-üç golden fazla yememişti. Federasyon Başkanı Sahir Gürkan’dı. Gürkan Federasyonu bunun üzerine hem Altınordu, hem de İskenderunspor’u birlikte küme düşürerek, günümüzde de örnek olması gereken tarihi bir karara imza attı. Altınordu İzmir takımı, Bakan Çakmur ise İzmir Milletvekiliydi.. Bir bahane ile Federasyonu görevden aldı. Ben de bir yazı döşendim. Bakanla aramız bozuldu. Yere göğe sığdıramadığı solcu Devrim Sağıroğlu gitti, “Komando Devrim Sağıroğlu” geldi. Bakan sağda solda, benim ve usta gazeteci Erol Yaşar için “Komando” demeye başladı. O günlerde bir solcuya “komando” demek en büyük hakaretti. Bir gün dayım aradı. Altay kulübünün Kordon’da lokali vardı. Lokali ellerinden alıyorlarmış. “Bakanla aran iyi, konuş da almasınlar” filan dedi. Dayıma, beni bu işe karıştırmamasını, ilişkilerimin artık iyi olmadığını söyledim. Ama laf anlatamadım. Dayım, “Peki o zaman ben bakana bir mektup yazayım, mektubu elden götür” dedi. Çok da ısrar edince kabul ettim. Bakan “Hoş geldin” diye beni kapıda karşıladı. “Dayım gönderdi bu mektubu. Mektupla hiçbir ilgim yok. Ben mektubun sadece posta puluyum” dedim ve çıktım yanından. Lokali de zaten ellerinden aldılar. Bu arada Çakmur bir sürü yanlış iş yapmaya başladı. Ben de her biri belgeli yazılarla ona giydiren yazılar yazdım. Sağda solda “Lokali Altay Kulübü’nden almamamızı istedi, aldık. O yüzden aleyhime yazıyor” demeye başlamış. İyice aramız açıldı. Bir gün gazeteye geldi. Orhan Duru’ya beni şikayete gelmiş. Duru ile odalarımız yan yanaydı. Çakmur’ un yanına gidip, ağzıma geleni söyleyecektim. Rafet Genç Ağabeyim odama geldi. Bana, bir şey yapmayacağıma dair yemin ettirdi. Yoksa bakan filan dinlemezdim.
-Anlatıldığına göre, biraz fazla kavgacı mizaçlı imişsiniz!
-Buna kavgacı denir mi bilmem. Haksızlığa hiç tahammülüm yoktur. Bugün de öyleyim. Bir gün Milliyet’in Kızılay İzmir Caddesi’ndeki bürosundayız. Dar bir koridorun etrafında sıralı odalar var. İki- üç arkadaşla koridorda biraz da sesli biçimde konuşuyoruz galiba. O dönemde Örsan Öymen, Abdi Bey’ den sonra gazetenin sözü geçen iki-üç adamından biriydi. Odadan kafasını uzattı. “Burayı havraya çevirdiniz. Haydi odalarınıza” gibi bir şeyler söyledi. Açıkca azarladı yani koskoca adamları. Bir anda üzerine doğru yürüdüğümü hatırlıyorum. “Sen kimsin de bizi azarlıyorsun. Bu gazetede sen de bir işcisin, ben de.. Haddini bil” dedim. Odasının kapısını kapattı. Beni kollarımdan tutup, odama sürüklediler. O günlerdeydi galiba. Büro dar geliyor gerekçesiyle, bizim servisi matbaanın olduğu Siteler semtine yollamak istiyorlardı. Ben gitmemekte direniyordum. Örsan Öymen’le Orhan Tokatlı, kavgayı da bahane edip beni şikayete gitmişler İstanbul’a. Rastlantı bu ya, o günlerde Namık Sevik’le aramız biraz limoni. Ama, Sevik de öyle şikayetten filan hiç hoşlanmayan biri. “Siz öyle bir karar veremezsiniz. Ben bu tip konulara gelemem. Servisim orada kalacak” diye kestirip atmış. Biz böylece büroda kaldık.
-Bir de Emin Çölaşan’ın gazeteciliğe başladığı ilk günün hikayesi var galiba
Emin Çölaşan’ın “Önce İnsanım Sonra Gazeteci” diye bir kitabı vardı. O kitaba da almıştı hikayeyi. Ankaragücü ile ilgili tam sayfa bir haber yapmıştık. Fotoğraflı filan. Büroya gelen gazeteye baktım, sayfa çok kötü basılmış. Fotoğraflar kaymış, berbat bir sayfa olmuş. Halbuki, büroya gelen gazeteler en iyi baskılardır. “Buraya gelen böyleyse, diğerleri nasıldır kimbilir?” diye düşündüm. Moralim müthiş bozuldu. Tokatlı’nın sekreteri Şencan’ın yanına gittim. Matbaa Müdürü Mahmut Ağabey de tesadüfen orada. “Bu ne biçim gazete” dedim, gazeteyi eline tutuşturdum. Aldı, buruşturup suratıma fırlattı. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Karate yapıyormuşum galiba. Emin’in bizde başladığı gün olmuş. Kitapta yazdıkları, müdürlükten etti beni. İstanbul’da Spor Servisi’ne Müdür olmam konuşuluyormuş. “İyi gazeteci filan ama burayı birbirine katar” demişler. Benden çok daha kıdemsiz birini müdür yaptılar. Ben de 18 yıl çalıştıktan sonra, 18 saniyede istifa ettim. Kabul etmek istemediler ama, elden götürüp istifa mektubunu verdim. “Ben bu mektubun sadece puluyum. İstifa tek yanlı bir tasarruftur” dedim. Birkaç ay rapor alıp, toplu sözleşmeyi beklememi önerdiler ama dinlemedim. 18 yılımın karşılığı o zamanın parasıyla 11 milyon TL tazminat aldım. Benimle aşağı yukarı aynı dönemde Milliyet’e başlayan İlker Ateş, o sözleşme dönemini geçirdi ve 44 milyon TL tazminat aldı. Bugün geriye dönüp baktığımda, o yaptığım, idealistlik kavramı ile pek bağdaşmıyor.
-Orhan Tokatlı’nın her şeye rağmen çok sevdiği gazetecilerden biri olduğunuzu da öğrendim.
-Evet, severdi.. Sendikanın işyeri temsilcisi olduğum dönemde, çalışanların bir şikayeti vardı. Fazla mesai paralarımız, bayram mesaisi ödenmiyor, haksız dağıtılıyor filan gibi. “O zaman şikayetlerimizi bir dilekçe ile Tokatlı’ya verelim. Sizler de dilekçeyi benimle birlikte imzalayın” dedim. 10 kişi imzaladı. Hep birlikte Tokatlı’nın odasına girip, dilekçeyi vereceğiz. Kapıya geldiğimde arkama baktım, hiçbiri yok. Girdim içeri “Bu dilekçede imzası olan 10 şerefsiz de benimle geliyordu, kapıda kayboldular. Ama ben de sizden şikayetçiyim” deyip dilekçeyi masasına bıraktım. “Sen düzgün çocuksun. Bunları boş ver” dedi. Gene bir defasında da Spor Servisi’nde çalışan çocuklarla birlikte topluca istifa ettik. Tokatlı hemen odasına çağırdı. Bu kavgacı, geçimsiz adamdan kurtulduğu için sevineceğini sanıyordum. Oysa “Neden istifa ediyorsunuz ? Öyle istifa filan yok” dedi. Oysa, Namık Sevik de kabul etmişti istifamızı. Aydın Doğan dönemiydi. Mümtaz Soysal’ı yanına alıp, patronun yanına İstanbul’a gitmişler. “İstifalarını sakın kabul etmeyin.Yüzde yüz haklılar. Sakın ezdirmeyin” demişler. Aydın Doğan, Namık Sevik’in kabul ettiği istifalarımızı geri çevirmiş. Tokatlı’nın kıyağının altında kalmadık biz de. Cüneyt Arcayürek Milliyet’e İstihbarat Şefi olarak gelmişti. Herşey onun kontroluna girmişti. Tokatlı aşağı katta tek başına oturmaya başlamıştı. Arcayürek’in izni olmadan, hiç kimse en küçük işini bile yapmaz olmuştu. Servisteki çocuklara “Tokatlı madem bize bu kıyağı yaptı, biz de altında kalmamalıyız, Herkes günde bir saat yanına gidecek. İstediği ne varsa yapacak. Ne konuşursa dinleyecek” dedim. Taki, Zeki, Erol Yaşar ve ben her gün bir saat yanına gidiyorduk. Foto muhabiri Selçuk Mumcu da Tokatlı’nın istediği yerlere gidip fotoğraflar çekiyordu. Tokatlı bir süre sonra eski konumuna geldi. O köşe bucak kaçanların hepsi, ceketlerini ilikleyip sıraya geçtiler. Birkaç yıl sonra, daha önce sözünü ettiğim nedenlerle gazeteden ayrılmıştım. İşsizdim. Bir gün Taner Dedeoğlu telefon etti. Tokatlı’nın benimle görüşmek istediğini söyledi. Gazeteye gittim. “Buraya bak. Böyle istifa olmaz. Maç fikstürünü eline alacaksın. Beğendiğin maçları işaretleyip, o maçlara gidecek ve yazacaksın. Arada bir Avrupa maçlarını izlemek için de gideceksin. Servise dönmek istemezsen, gel sana odamda yer açayım, burada çalış” dedi. “Orhan abi, olmaz” dedim. “Sen beni bu tutumunla ezdin geçtin. Ama bir daha Milliyet’e dönmem. Ayrıldığım kapıdan içeri girmem” dedim.
-Milliyet’ten sonra bir süre işsiz kalmışsınız
-Evet, iş beğenmedim. Milliyet gibi ekol olan bir gazeteden sonra çalışabileceğim bir gazete göremedim. Milliyet, sporda gerçekten bir ekoldü çünkü. Bizim kadar olmasa da Tercüman da bir ekoldü. Onlar rakibimizdi. Bugün de hala kalemi düzgün insanların yüzde 90’ı o ekolden gelmekte. Hürriyet Gazetesi ise sporda hiç ekol olamadı.
-Gelelim Fotospor dönemine
-Rüzgarlı Sokak’ta Fotospor’un Ankara Bürosu’nu kurdum. 61 kişilik kadromuz vardı. Bunların 37’si 212, geri kalanı 1475’e tabi sigortalıydı. Asil Nadir’in altın devriydi. Çok güzel bir spor gazetesi oldu başlangıçta. Tirajımız çok yüksekti. Bir yıl Ankara Temsilcisi olarak çalıştım orada. Ancak, Genel Yayın Yönetmeni’yle taa eskilere dayanan bir husumetimiz vardı. Bulunduğu konum itibariyle, geçmişin hesabını çıkardı aklınca. Bir bayram sabahı üç-beş arkadaşımla birlikte işimize son verdiler.
Diğerleri de istifa etmek istediler. “Herkes işinde kalacak. Kimse istifa etmeyecek ve gazete çıkmayı sürdürecek” dedim. Daha sonra da Hürriyet’ten çağırdılar. Orada işe başladım.
-Hürriyet’te de uzun süre çalıştınız.
-Hürriyet’teki yerimiz İstanbul Yolu üzerindeki matbaa binasındaydı. Ufak bir yerde, stajyerlerle birlikte 18 kişiydik. Önceleri her şey yolundaydı. İşler de iyi gidiyordu. Ancak bir süre sonra “Adam çıkarılacak, sen çıkar” dediler. Ben öyle bir işe karışmayacağımı söyledim. Yönetim, başlangıçta 4 arkadaşımızın işine son verdi. Aradan 2 ay geçti, bu kez gene tensikat vardı, “5 kişi daha belirle” dediler. Belirlemedim, yine kendileri attılar. Üçüncü defasında, Ankara Temsilcisi Sedat Ergin telefon etti. “Yönetimin kararı bu, 3 kişi daha çıkaracağız. Sen bu konuda yardımcı olmuyorsun, biz de kura çekeceğiz” dedi. “O üç kişiden biri benim, siz iki kişi için kura çekin” dedim. Kabul etmedi. O dönemde üç stajyer arkadaş vardı. İkisi zaten bir ay sonra ayrılıyordu. Onlardan bir ay önce ayrılmalarını rica ettim. Biri de 6 ay sonra askere gidecekti. Bu arkadaşı çıkarılmış gösterdim ama, 6 ay boyunca taksi parası ya da lokanta faturası karşılığı idare ettim. Son 5 yıl 3 kişi kaldık. Tüm bunlara rağmen, Hürriyet’te rahatım çok yerindeydi. Fenerbahçe yazarıydım. İstanbul’daki maçları bile Ankara’dan gidip yazıyordum. 35 yıllık meslek hayatımda bütün maçları canlı izleyerek yazdım. Bir tek maçı bile televizyondan izleyip yazmadım. Bir dönem, Hürriyet yönetimi masraf nedeniyle maçların televizyondan izlenip yazılmasını kararlaştırmış. “O kararı alan yöneticilere söyleyin, Devrim Sağıroğlu Hürriyet’ten daha zengin , maçlara kendi parasıyla gidecek deyin” dedim. Bu karardan sonraki üç deplasmanın masraflarını da kendi cebimden karşıladım. Karara diğer yazarlar da tepkiliydi. Kanat Atkaya bir yazısında “Kebapcıda dürümü götürürken, Galatasaray’ın ikinci golünü televizyonda gördüm. Nefis bir goldü” diye yazdı. 3 hafta sonra da karar değişti. Maçları her zaman canlı izlemek önemli. O anda hakemin de, oyuncuların da, tribündekilerin de, hangi pozisyonu nasıl gördüklerini yaşamak gerek. Yoksa, televizyonda “ileri al- geri al” diye aynı görüntüyü defalarca seyredip ahkam kesmek iş değil. Teknoloji geliştikçe mertlik bozuldu günümüzde. Spor yazarlarının bir başka sorunu da, maçın en geç 75. dakikasında gazete tarafından yazılarının tamamının istenmesi.. Ben telefonumu kapatır, maç bittiğinde yeniden açardım. Maçları bitmeden yazdırmazdım ama, her seferinde hır-gür olurdu.
-Hürriyet’ten neden ayrıldınız?
-“Sözleşmenizi yenileyip, şirketinizi değiştireceğiz” dediler. “Sözleşme yenilemem” diye diretince Hürriyet’le yollarımız ayrıldı. Aslında sözleşme yenileme konusuna başta çok kişi karşıydı. Bir gün “Biz 40 kişiyiz. Sözleşme yenilenmesi ve şirket değişimine karşı çıkıyoruz. Sen de bizden misin?” diye geldiler. “Ben benden yanayım da siz kimdensiniz?” diye sordum. Herkes yeni sözleşmeyi imzaladı, 4 kişi kaldık imzalamayan. Kemal Saydamer, ben, Serdar Uluer ve Kadir Ercan.. Sedat Ergin telefon etti. “Boşuna direnme. Zaten ayrılacağın şirket dandik bir yer, kafanı yorma” dedi. Ama ben imzalamayı reddedince de Hürriyet defteri benim için kapandı.
-Arşivci yönünüzden de söz ediliyor. Sizin için ayaklı ansiklopedi diyorlar
-İlk gençlik yıllarımdan beri futbol maçlarına ve sporun her türüne çok meraklıydım. Mesleğe başladıktan sonra da, tartışmalı bir konu olduğunda Arman Talay’a, bana ve Candan Dumanlı’ya sorarlardı. Rahmetli Talay en iyimizdi.
-Atlattığınız ve bu nedenle aklınızda kalan haberler var mı?
-Eskiden Kızılay’da Balin Otel’in altında, Milliyet Bürosu’nun yanında bir kahvehane vardı. Oraya zaman zaman ben de uğrardım. Ankaragüçlü futbolcular da gelirlerdi. O yıl Fenerbahçe’nin pek çok futbolcuyu satacağı biliniyordu ama, hangi futbolcuları satış listesine koyacaklarını yöneticiler sır gibi saklıyordu. Kahvede karşılaştığımız Ankaragücü futbolcularından Aydın Tohumcu “Bizden Zafer’i istiyorlar. Karşılığında 12 futbolcunun adını verdiler, 4’ünü alın dediler” diye belirtti. Fenerbahçeli 12 futbolcunun ismini verdi. “Fenerbahçe’nin açıklamadığı satış listesini Milliyet açıklıyor” haberi, gazetede tam sayfa çıktı.
90’lı yılların sonunda Gençlerbirliği’nin kaleci antrenörü Müjdat Afşin, takım antrenmandayken fenalaşmış ve kalbi durmuştu. 5 dakika içinde hastaneye yetiştirildi ve kalbi çalıştırıldı. Ancak bir hafta sonra hastanede vefat etti. Bu arada Gençlerbirliği kamp için güneye gitmişti. O günlerde Gençlerbirliği Teknik Direktörü Yılmaz Vural beni aradı. Yardımcısı Fatih Eser ve oyuncular ile birlikte rahmetli Müjdat’ın memleketi olan Kocaeli’ne cenazeye katılmak için gitmek istediklerini, Başkan İlhan Cavcav’ın buna izin vermediğini, tam kadro cenazeye gidildiği takdirde teknik kadronun işine son vereceğini belirttiğini bana iletti. Hatta, cenaze kalkmadan birgün önce Ankara’ya çağırıldıklarını, kararın orada kendilerine tebliğ edileceğini söyledi. Haber ertesi günü Hürriyet Gazetesinde tam sayfa çıktı. Büyük tepkiler oluşması üzerine, Başkan Cavcav hemen çark etti. Ankara’ya çağırdığı Vural ve Eser’e “Yok kardeşim. Nereden çıktı işinize son vermek? Ben size sadece sarı kart gösterecektim” dedi.
-Bir de milli takım kafilesiyle ilgili haberiniz varmış
-Haa, Kore’de yapılan dünya şampiyonasına gidiyordu Milli Takım. Hani, Milli Takımımızın 3. olduğu şampiyona.. “Federasyon 125 kişiyi davetli olarak götürmezse suratıma tükürtürüm” diye önceden gazetede yazdım. Ben yanılmışım.. 125 değil, 300 kişi gittiler. Gittikleri sırada, “Kafile listesi kimseye verilmeyecek” diye devlet kurumlarına talimat verilmiş. THY dahil, herkes dilsiz adeta. Durum bu denli kepazelik boyutlarına varınca, beni bizzat Ertuğrul Özkök aradı. “Bu listeyi bulabilirsen sen bulursun, biz İstanbul’dan çıkaramadık” dedi. Arıyorum, tarıyorum bir şey bulamıyorum.Tam umutsuzluğa kapılmak üzereyken birgün konuşmalarıma şahit olan kız kardeşim “Ben sana bu listeyi bulurum” müjdesini verdi. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışıyordu ve yurt dışından yeni gelmişti. Bana, sabah gazeteye gelip, bir yere telefon edeceğini söyledi. Telefon görüşmesinin ardından, kafiledekilerin isimlerini, kaç yıldızlı otelde kaldıklarını, oda fiyatlarını ve numaralarını bile öğrendi.15 dakika sonra, bütün belgeler fakslanmış olarak elime geçti. Hemen haberini yaptım. Büyük yankı uyandıran haber, birçok gazeteye konu oldu ve televizyonların ana haberlerine yansıdı.Yanlarında 3-4 yakınıyla birlikte giden siyasiler ve “ballı gezi” diye adlandırılan bu seyahat turuna katılanlar, gerçekten de bir ay boyunca devletin kesesinden yiyip içip eğlenmişlerdi. Bu olayların yansıması üzerine, Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy, Dışişleri’nin onurlarına verdiği resepsiyona elçiliği protesto ederek katılmadı.
-Mutlaka atladığınız haberler de olmuştur. Aralarından içinize oturanı ve bu gün bile unutamadığınız olanı var mı?
-Var. Olmaz mı? Aslında hem atladığım hem de atlamaktan ders aldığım bir haber var. İstanbul’da çalıştığım dönemde amatör küme futbol maçlarına bakıyordum. 10 kişiyi de değişik statlarda maçları izlemek için gazete adına çalıştırıyordum. O sıralar İstanbul’da bütün Türkiye’nin tanıdığı ünlü bir dolandırıcı yaşıyordu. Adı Sülün Osman’dı. Galata Köprüsü’nü, İzmir Konak’taki Saat Kulesi’ni filan saf ve temiz vatandaşlarımıza satmakla ünlüydü. Meğer Sülün Osman’ın oğlu Nurettin, Küçükçekmece’de futbol oynuyormuş. Durumu ayarladık. Nurettin, o sırada hapiste olan babası Sülün Osman’ı ziyaret edecek, biz de fotoğraflarını çekip haber yapacağız. Namık ağabeye söyledik. Hoşuna gitti. Acele etmemizi, haberin elimizde patlayabileceğini söyledi. Ama, bir türlü Nurettin’le babasını bir araya getiremedik. Tam o sırada haber Tercüman’a sızmış. Tercüman, canlı resim yerine arşivden üç fotoğraf kullanıp tam sayfa yaptı. Gazeteyi görünce çok üzüldüm. Tabii Namık ağabeyden de utandım. “Canın sağolsun. Atlamasak iyi olurdu. Haber beklemez. Fotoğraf bulamıyorsanız, siz de onlar gibi arşivden kullanırsınız” dedi. Bu dersi hiç unutmadım.
-Size meslekte hocalık yaptığını düşündüğünüz gazeteciler vardır tabii…
-Daha önce de söylemiştim. Başta Kazım Üzen gelir. O, mesleğin ilk yıllarında gerçekten bana babalık yaptı. Pek çok şeyi ondan öğrendim. Abdi İpekçi adını hiç unutamam. Haberdeki titizliği de bizlere o öğretti. Her defasında “Suçladığınız, töhmet altında bıraktığınız kişinin görüşünü almadan haber yaparsanız, o haber değildir” derdi. Abdi Bey’i, Uğur Mumcu’yu öldürenler hedeflerini biliyorlardı. Abdi Bey’in ölümü ile Türk basını çok şey kaybetti. Gündüz Kılıç da benim için önemli bir başka isimdir. Adım, futboldan gelen gazetecilere karşı olarak bilinir. Oysa tam öyle değilim. Benim karşı olduklarım, futboldan gelip iki üç ay gazetecilik yapan, ardından yeniden bir takıma teknik direktör olanlara.. Yani, gidip gelenlere,. Oysa, Gündüz Kılıç gibi gerçekten gazeteci olanların durumu başka. Onlar, futbolu bırakıp gazetecilik yapan insanlar. İki yıl birlikte çalıştık Gündüz ağabeyle. Bu süre içinde, başlık atmaktan, haberin girişinde seçeceğim cümlelere kadar bir çok konuda yardımcı oldu bana. Bir de ancak değerini ölümünden sonra anladığım biri var: Namık Sevik.. Kuzenimle birlikte mezarını ziyarete gittiğimde, ondan özür diledim. “Beni duyuyor musun bilmiyorum. Şimdiki müdürleri gördükten sonra senden 100 bin defa özür diliyorum” dedim. Namık Sevik’ten ve Abdi İpekçi’den sonra hiç doğru dürüst yönetici görmedim ben.
-Yetişmesine yardımcı olduğunuz ya da meslekte hocasıyım dediğiniz gazeteciler kimler?
-Hocasıyım demeyeyim de, yetişmelerine katkıda bulunduğum Taki Doğan, Zeki Çol, Cemal Ersen gibi yaklaşık 20 gazeteciyi meslek sahibi yaptım diyeyim.
(Cem Kurel’in facebook paylaşımından alınmıştır)