Futbolmedya’nın konuk yazarı Tayfun Öneş, sezonun ilk grand slam turnuvasını yazdı:
Avustralya Açık ve ‘Günahkâr’ Jannik’in Sevapları…
Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu yazı bir tenis yazısı olacak.
Ve yılın 4 büyük turnuvasından (Grand Slam’lerinden) biri olan Avustralya Açık (yıl içinde oynanma sırasına göre diğer üçü: Fransa Açık yani Roland Garros, Wimbledon ve Amerika Açık) ile ilgili bir yazı olacak. Daha doğrusu Avustralya Açık’ı kazanan tenisçiyle ilgili.
Burası bir futbol sitesi olduğuna göre takipçilerin ya da okuyucuların hepsi tenise detayıyla hakim olamayabilirler; o sebeple, bir önceki paragrafta olduğu gibi sıkça parantez içi açıklayıcı bilgiler de aktarabilirim. Öte yandan, tenise hakim olanları da sıkabilirim yani…
Peki tenisle bu başlığın ne alâkası var?
Çünkü Avustralya Açık’ı bugün kazanan 22 yaşındaki tenisçinin adı Sinner ve onun İngilizcedeki sözcük anlamı günahkâr!
Aslında İtalyan bir tenisçi -tamam tenis bireysel bir spor ama- ulusal takımlar bazında düzenlenen turnuvalarda (Örneğin Davis Cup’ta) İtalya’yı temsil ediyor. Oysa benim bildiğim İtalyancada bütün isimler hatta sözcükler sesli harflerle biter(di). Daha çok bir Alman ismini andıran Jannik ile Sinner birleşip nasıl İtalyan oluyor diye merak edince öğrendim ki, İtalya’nın en kuzeyinde, Almanların çoğunlukta olduğu hatta bazı yerlerinde Almanca konuşulan Dolomite bölgesinde doğmuş Sinner. İsmi bundan dolayı biraz aykırı. Karlı bölgedeki birçok çocuk gibi o da kayağa başlamış çok küçük yaşlarda. Belki yaşıtlarından farkı, o, kayağın yanı sıra tenis de oynuyormuş. 8 yaşına geldikten sonra tam 4 yıl boyunca kendi yaş kategorisinde İtalya’nın en iyi kayakçısı durumundayken birdenbire kayağı bırakıp 13 yaşında tenise ağırlık vermeye ve hatta profesyonel tenisçi olmaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış! Hele benim gibi kayaktan anlamayan ama tenis tutkunu biri açısından bakarsak çok iyi yapmış. Hatta sanırım şu sıralar benden gayrı milyonlarca tenis severi de mutlu ediyor onun 9 yıl önce kayak pistlerinden çıkıp tenis kortlarına kaymış olması.
Bugün henüz 22 yaşında olan Sinner’in diğer sevaplarına gelecek olursak;
O, bugün kupayı kaldırınca tarihte ilk kez tekler kategorisinde bir İtalyan Avustralya Açık şampiyonu oluverdi.
Yine onun sayesinde 2005 yılından bu yana ilk kez finalde şu üç isimden hiçbiri oynayamamış oldu: Federer (zaten geçen sene jübile yaptı; o kadarcık bilgi de malumunuzdur herhalde), Nadal (zaten sakattı, 10 gün kala çekildi turnuvadan) ve Djokovic! Novak’ın neden finalde olmadığını parantezsiz ve daha net açıklayayım: Çünkü yarı finalde Sinner’e elendi. Hem de maçta pek varlık gösteremeden! Djokovic o gün, gününde değildi diyerek Sinner’in başarısını gölgelemeye kalkacak olanlara Sinner finali de alarak güzel bir file önü volesi vurmuş oldu. Zaten bir hatırlatma daha yapmam gerek: Çeyrek finalde Rublev’i yenen Sinner böylece kupayı son üç maçında dünya sıralamasının ilk 5’inde yer alan tenisçilerin 3’ünü birden yenerek kazanmış oldu.
Tekrar edeyim: Çeyrek finalde Dünyanın 5 numarasını (Rublev’i), yarı finalde Dünyanın 1 numarasını (Djokovic’i), finalde de dünyanın 3 numarasını (Medvedev’i) yendi!
Dile kolay! Mesela bunu yapan kaç tenisçi var? Birileri böyle bir istatistik bulursa benimle paylaşsın lütfen.
Arada bir tek 2 numara (Alcaraz) var; onunla oynamadı çünkü o, bir başkasına takıldı ve yarı finalde elendi. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim: Alcaraz’ı izlemek benim için Sinner’i izlemekten çok daha keyifli. Çünkü onda Nadal ile Federer’in karışımı bir oyun stili söz konusu (Nadal’ınkine biraz daha yakın).
Sinner bence bu turnuvada Alcaraz açısından da bir sevap işlemiş oldu: Çok çeşitli maç içi oyun varyasyonlarına sahip genç ve süper yetenek Alcaraz’ın bana göre Sinner’in bu başarısından çıkartması gereken bedava bir ders var : Maç ciddiyeti ve istikrar nedir, bunu Sinner’den öğrenebilir, öğrenmeli. Tamam, Alcaraz sanki zaferden çok oynamaktan zevk alıyor ve bize de (onu hele her güzel sayıdan sonra gülerken izlemek) zevk veriyor ama uzun yıllar tenisi Sinner’le birlikte domine edeceklerse (ki, edecekler göreceksiniz) işi her zaman (sadece zevk aldığı maçlarda değil, sürekli) ve ilk sayıdan son sayıya kadar sıkı tutması gerektiğini bilmeli.
Benim gibi bir dolu insan Djokovic’in ve Medvedev’in yenilmesini, Sinner’in kazanmasını istiyordu. Peki neden?
Bence tenis severler ilerleyen yaşına rağmen eksilmeyen istikrarı ve tenise entegre ettiği -tâbir yerindeyse- ‘biyonizm’inden ötürü Djokovic’e saygı duyuyor ama onun tenisini Nadal ve/veya Federer kadar (Ahh! Hele Federer) zevkli bulmuyorlar. Base line’da (çizgide) rakibi bıktıran oyunu, her servis öncesi en az 20’lere varan top sektirme ritüeli, hırsını seyirciyle paylaşmaktan ziyade adeta hırsını onlara kusması vesaire maçlarını onun tenisini değil, tenisin kendisini seyretmeyi sevdiğimiz için sonuna kadar izleyebiliyoruz gibime geliyor. Hatta ben bir dolu maçını tamamlayamadan başka kanala geçtiğimi bilirim.
Ya da Medvedev! İstediği kadar ‘ahtapot’ yakıştırmasıyla kortun her yanına uzanan müthiş bir defans yeteneğine sahip olsun veya maç içi zekası dedikleri türden zekayla rakiplerini çözerek oyunları çok geriden de gelse çevirebilme yeteneği olsun, oynayış stilini beğenmedikçe maçları da çoğu zaman sıkıcı gelebiliyor bana. Hele seyirciyle sürekli, hakemlerle sıklıkla dalaşması..! Onu ıslıklayanlara orta parmağını göstermişliği bile var birkaç ay önce. Seyirciye kızıyor da neden her maçta seyirci rakibinden ziyade kendisine tepkili… Bunu düşünmüyor veya umursamıyor. İşte buraya yazıyorum: Medvedev’in iki grand slam’de topladığı kadar olumsuz tepkiyi ne Sinner ne de Alcaraz jübile yapıp bu sporu bırakana kadar toplamayacaklar; göreceksiniz.
Tenis sever ve istatistiklere benden çok daha fazla hakim olan bir dostumla bu konudaki tutumumdan ötürü zaman zaman tartışıyoruz. Bana “abi sen de adamların karakterine takacağına oyunlarına, başarılarına bak” diyor.
Madem burası bir fubol sitesi; Ona verdiğim cevabı aynen buraya aktararak bitirmeye hazırlanayım yazımı. Galatasaray’lı Melo çok başarılı bir oyuncuydu ama aşırı agresifliği ve rakibi tahrik eden stili bana çok sevimsiz gelirdi. Ya da tam tersi, Fenerbahçeli değilim ama bir futbolsever olarak Alex’in estetiği ve efendiliğine hayrandım mesela.
Değerli vaktimden 4-5 saatimi bir tenis maçını (hele tenis gibi estetik bir sporu) izlemek için ayıracaksam eğer, neden bunu sadece oyuna odaklanmış ve oyun stili çok estetik Alcaraz veya Dimitrov veya Sinner gibi oyuncuları izleyerek yapmak yerine kortta çoğu kez adeta psikopat gibi davranan Medvedev’i veya rakibine ve kendisini desteklemeyen seyirciye, zaman zaman hakeme tepeden bakan Djokovic’i izleyerek yapayım ki?