Karar gazetesi yazarı Mustafa Çağrıcı, statlarda zaman zaman yükselen tekbirlere itiraz etti. İşte Çağrıcı’nın o yazısı:
Tekbir
Değerli okuyucularımın bu konuyu önyargılarla değil, vicdanları ve aklıselimleriyle düşünmelerini rica ediyorum.
Az çok dinî bilgisi olan herkes bilir ki, “Allah, Bismillah, Allâhu ekber, sübhanallah” gibi dinî isim ve tabirlerin okunmasına İslâm kültüründe zikir ve dua denir. Zikir de dua da “Allah’ı anma” manasına gelir. Bu tür dinî ifadelerin yeri en başta ezan ve namazdır. Bir de hayvan keserken tekbir okunur. Kültürümüzde bir tekke denilen kapalı mekânlarda ibadet niyetiyle, bir de cephede askere moral olsun diye tekbir vb. dinî tabirlerin toplu okunması adet olmuştur. Ayrıca bir Müslüman namaz dışında da bu ifadelerle Yüce Rabbini anar, zikreder, O’na dua ve niyazda bulunur ama sessizce… Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “Rabbinizi, tazarru ile (yani tevazu ve yakarışla), sessizce anın” buyurulur. Bu sebeple bir Müslüman, bu tür kutsal isimleri ve tabirleri daima edeple, huşu ile, ibadet niyetiyle; sevabını, hayır ve bereketini Allah’tan umarak zikreder, dinimiz bizden bunu ister.
***
Her şeyin amacı dışında kullanılması yanlıştır ama dinin ve dinî değerlerin, sembollerin ait olmadıkları yerlerde kullanılması daha büyük bir yanlıştır. Ahlâk kültürümüzde bir şeyin yerinde kullanılmasına adalet, ait olmadığı yerlerde kullanılmasına da zulüm denilir. Buna göre dine ait olan bir şeyi –mesela tekbiri- dinin dışında kullanmak da dine zulümdür.
Elbette bir Müslüman, Rabbi ile baş başa olduğunu düşündüğü zaman ve ortamlarda diliyle ve gönlüyle Allah’ı zikreder, tesbih ve tekbir okur, bu bir ibadettir. Ama bir statta, bir tribününde, tezahüratta, protesto yürüyüşünde, din ile ilgisi olmayan bir toplantı ya da gösteride “Allâhu ekber” gibi mübarek ve mukaddes dinî değerlerin ne işi var! Bu, dine ve dinî değerlere zulüm değil mi! “Bu yapılanlar doğru değil!” dememiz gerekmez mi?
Demeyince veya diyemeyince, masum bir duygunun dışa vurumu gibi başlayan böyle şeyler zamanla normalleşip kitlesel bir sorun halini alıyor. Dört duvar arasında konuştuğumuzda birçok din âlimi, din adamı ve konuya vakıf olan diğer yetkili ve yetkisiz insanlar da aynı fikri paylaşıyor. Ama iş çığırından çıkınca, yani bu değerler bir kesimin sırf kendilerine ait bilip başka bir kesime karşı kullandığı bir rekabet malzemesi, bir slogan haline gelince, konunun ehli olanlar da bildiklerini ve düşündüklerini ifade edemiyorlar.
***
Dini gönül dünyalarımızdan çıkarıp slogana, etikete, afişe taşıdığımızda bunun en büyük zararı bizzat dine, onun kutsallarına ve samimi inananlarına olmaktadır. Bu işler böyle giderse, çok geçmez, bugün bu duruma ses çıkarmayanlar, yarın bu yanlışların faturası dinimize kesilince dizlerini dövecekler, Allah’ın huzurunda da bunun hesabını vereceklerdir. Çünkü bu değerlerin kutsiyetine inananlar türlü mülahazalarla seslerini çıkarmayınca, doğrusunu anlatmayınca, bir kesim bunları sorumsuzca kullanmaya devam ederken başka milyonlarca insan da -en hafifinden- psikolojik olarak o kutsal değerlere saygılarını yitirmektedirler. Hatta –Allah korusun- bunların diğer kesime karşı hissettikleri kızgınlığı bu değerlere de yansıtmalarından korkulur.
Ayrıca dinî değerlerin ait olmadıkları yerlerde kullanılması, dinimiz hakkında olumsuz niyet ve düşünce taşıyanlar için de bir malzeme olacaktır. Nitekim İslamofobi’yi pompalayanlar; el-Kaide, DAİŞ benzeri teröristlerin İslâmî değerleri ve kavramları şiddet ve kötülük aracı olarak kullanımlarını istismar edip –hâşâ- “İslâm terör dinidir” demeye kadar varan iftiralarda bulunuyorlar.
Bunları en başta Diyanet yetkililerinin ve ilâhiyat hocalarının konuşmaları, yazmaları; böylece aslında masum ve iyi niyetli oldukları halde bilmeden bu yanlışları yapanları bilgilendirmeleri, uyarmaları gerekmez mi?