Almanya’da yetişen, Bundesliga’da iki farklı takımda forma giyen, her yaş grubunda oynadığı Almanya’nın A Millî Takımı’nda iki kez görev yapan, Türkiye’de ise Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi iki büyük kulübün oyuncusu olan bir görev adamı var karşımızda. Şimdilerde teknik adamlık için önemli adımlar atmaya başlayan eski usta oyuncu, Almanya’nın başarısını kurulan sistem, verilen eğitim ve sağlanan imkânlarla açıklarken, aşama kaydeden Türkiye’nin sonuç almak için zamana ihtiyacı olduğunu söylüyor.
Röportaj: Rasim Artagan/ tamsaha
Merhaba hocam. 1 Ocak 1976 Isparta doğumlusunuz. 2 yaşındayken de Almanya’nın Duisburg şehrine taşındınız. Aileniz o dönem bu kararı nasıl almış? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
O dönem babam çalışmak için Almanya’ya gidiyor ve yanında bizi de götürüyor. İşçi ailesi olarak gidiyoruz. 2 yaşında gittiğim için Türkiye’yi hiç hatırlamıyorum. Her ne kadar Almanya’da yaşasak, Alman arkadaşlarımız da olsa kendi sosyal çevremizde Türkçe konuşuyorduk. Böyle büyüdük. Zaten okulda ve sosyal hayatta Almanca konuşuyorduk. Böylece iki dille birlikte büyümüş olduk.
Futbola ilginiz ne zaman başladı?
Birçok futbolcu gibi ben de sokaklarda, parklarda arkadaşlarımla top oynuyordum. Hobi olarak yapıyordum. Yaklaşık 7-8 yaşlarında kuzenim bulunduğumuz bölgede bir kulübe üye oldu. Onunla birlikte ben de üye oldum. Orada zaten imkânlar çok fazla. Her şehirde veya kasabada tesis anlamında çok fazla imkân var. Amatör kulüplerde bile böyle. Her takımın sahası ve tesisi var. Almanya bir spor ülkesi. Orada yapmak istediğiniz hangi spor dalıysa; bunu rahatlıkla yapabiliyorsunuz. Üstelik 1980’lerden bahsediyoruz. Çocuğunuz tenis oynamak, ok atmak veya kürek çekmek istiyorsa onu bu spor dalına yönlendirebiliyorsunuz. Almanya tesis, okul ve eğitmen anlamında size her türlü fırsatı ve imkânı sağlıyor.
Her branşın bir tesisi ve okulu var değil mi hocam? Yanlış anlamıyoruz…
Evet kesinlikle. Dans etmek isteyen dans okuluna gidiyor. Yüzmek isteyen yüzme okuluna gidiyor. Üstelik bunun için ailelerin büyük meblağlar harcamalarına gerek yok. Cüzi harcamalarla çocuklar istedikleri sporu yapabiliyor. Devlet büyük oranda bu yükü üstleniyor ve imkân sağlıyor çocuklara…
Bugün teknik adam olabilmek için UEFA A kursundasınız. Bugünkü Mustafa Doğan olarak 1986 yılına geri dönüp baktığınız zaman ilk kez formasını giydiğiniz Uerdingen 05 takımında nasıl bir eğitim aldığınızı anlatır mısınız bize?
Demin de söylediğim gibi o dönem amatör takımların bile çok iyi imkânları vardı. Uerdingen 05’in vizyonu genç oyuncuları yetiştirip satmak üzerine kuruluydu. Bunun için altyapıya çok büyük önem veriyorlardı. 7-8 tane çim sahaları vardı. Oyuncularına ciddi bir maddi destek sağlıyorlardı. Nasıl bir sistem vardı dersek; ülkede 14-15 yaşındaki bütün oyuncuları tarıyor ve ailelerini ikna ediyorlardı. Buldukları yetenekli çocukları bir eve yerleştiriyorlardı. Bir evde 7-8 oyuncu kalıyordu. Bu oyuncuların başında bu evi yöneten bir karı-koca bulunuyordu. Aynı zamanda aile ortamı da sağlanıyordu. Çocuklar kaldıkları evin yakınında bir okula gidiyordu. Bu şartlarda bir maaş alıyorlar ve futbol hayatlarını sürdürüyorlardı. Bu yaşlardaki çocukların çoğu kendi yaş gruplarının millî takımlarında görev alan oyunculardı. Mesela ülkeyi tarıyor ve Hamburg’dan bir oyuncu buluyorlar. Kendi yaş grubunda millî takımında oynayan bir oyuncu mesela… Onu transfer ediyor. Kendisine yaşayabileceği, okula gidebileceği imkânları sağlıyorlar. Aile ortamı sunuyorlar. Benim dönemimde takımım kendi yaş grubunda Almanya şampiyonluğuna oynuyordu. Benim yaş grubumda U15 Almanya Millî Takımı’nda oynayan 5 oyuncu vardı. Benim şansım, kulübün evime çok yakın olmasıydı. Tesadüfen altyapı anlamında en iyi takıma çok yakındım. Ama ben de direkt orada başlamadım. Bir yerlerde oynarken görüp beğendiler ve transfer ettiler.
17 yaşında Alman pasaportunu aldınız ve Uerdingen 05’in A takımına yükseldiniz. Çok genç yaşta Bundesliga ve Bundesliga 2 tecrübesi yaşadınız. O dönemki Alman futbolu nasıldı?
Genç oyuncunun direkt A takıma çıkması o senelerde de çok kolay bir iş değildi. Dediğim gibi, Uerdingen takımı oyuncuları altyapıdan çıkartıp parlatan ve yüksek rakamlara satan bir kulüptü. Böyle bir stratejiyle yönetiliyordu. Onların mantığı şuydu; altyapıya ciddi yatırım yapsak da her sene bir oyuncu çıkartıp satabilirsek harcadığımız paranın kat be kat fazlasını kazanabiliriz. Bu şekilde takıma da destek olabiliyorlardı. Dolayısıyla yaş gruplarında oyuncuları belirliyor ve üzerlerine gidiyorlardı. Tabiî ki her oyuncu profesyonel olamıyordu. Ama benimle oynayan oyuncuların aşağı-yukarı hepsi profesyonel oldu. Kimi çok başarılı oldu, kimi az başarılı oldu ama profesyonel oldular. Markus Feldhoff vardı mesela… Bayern Münih’e gitti, Bayer Leverkusen’de oynadı. Futbolseverler hatırlayacaktır. Onun dışında Bundesliga’da oynayanlar oldu. O yaş grubunun çok parlak oyuncularının bir kısmının da bir sonraki aşamaya geçemediklerini de gördük tabiî ki…
1996’da Fenerbahçe’ye transfer oldunuz ve sarı-lacivertli takımda 7 sezon boyunca forma giyip 196 maça çıktınız. O yılları nasıl hatırlıyorsunuz?
Genç yaşta Bundesliga’da oynamaya başladım. O dönemde oynayan Türk oyuncuyu bırakın, o yaş grubunda A takımda oynayan genç oyuncu bile yok denecek kadar azdı. Bu da tabiî oynadığınız kulüple alâkalı. Ben oynadıktan ve formayı da kaptıktan sonra göz önünde oldum. Tabiî aynı dönemlerde Almanya’nın U18, U19, U20 ve U21 Millî Takımlarında direkt oynayan oyuncuydum. U21’de oynuyorsanız zaten hemen göze batıyorsunuz. Bu arada Bundesliga takımları da genç oyuncuları takip ediyor. Dolayısıyla oradan da taliplerim vardı. Fenerbahçe de talip olunca farklı bir durum ortaya çıktı. Normalde benim Türkiye ile bağlantım sadece tatil zamanlarıydı. Ama Fenerbahçe’nin, Beşiktaş’ın, Galatasaray’ın, Trabzonspor’un büyük takımlar olduğunu biliyordum. Fenerbahçe’yi seçersem şampiyonluk yarışında olan bir takıma gelecektim. Almanya’daki takımım küme düşmemeye oynayan, orta sıralarda bir takımdı. Fenerbahçe ile Şampiyonlar Ligi’nde oynama şansını elde edecektim. İyi de bir teklif yaptılar ve ben de bu teklifi kabul ettim. İyi ki de etmişim. 7 senede Fenerbahçe’de 13 hocayla, sayısını bilemeyeceğim oyuncuyla çalıştım. Büyük takıma gelmek zordur, ama kalmak daha da zordur. Hele ki gençseniz!.. Aslında gelişimimi Fenerbahçe ile devam ettirdim diyebilirim.
196 maçta sadece 10 Mayıs 1998 tarihinde 2-1 kazandığınız Gençlerbirliği maçında tek golünüz var. Kariyerinizin tamamında da FC Köln’de bir, Beşiktaş’ta iki olmak üzere 297 maçta dört gol attınız. Bugün geriye dönüp baktığınız zaman dört gol atmış olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? “Keşke biraz daha deneseydim” diyor musunuz?
Bu biraz oynadığınız pozisyonla alâkalı. Biliyorsunuz ben defans oyuncusuydum. Ama defans oyuncusu gol atmaz diye de bir kaide yok. Genellikle kornerlerde rakibin son adamını çabuk bir oyuncu olduğum için ben tutuyordum. Çünkü dönen toplarda tehlike olmaması gerekiyor biliyorsunuz. Rakibin ileri uçtaki oyuncusunu marke ediyordum. İleri çıkmazsanız gol atma şansınız da çok olmaz. Ama sayısal olarak çok golcü bir oyuncu olmadığım söylenebilir…
Fenerbahçe’yle Atatürk ve Başbakanlık Kupası’nı kazandınız. Beşiktaş’la iki Türkiye Kupası kazandınız. Tek şampiyonluğu 2000-2001 sezonunda Fenerbahçe ile yaşadınız… Şampiyon olmak nasıl bir duygu?
O şampiyonluğumu da Mustafa Denizli Hocamla birlikte yaşamıştık. O dönem gerçekten Fenerbahçe çok çalkantılı bir dönemden geçiyordu. Dediğim gibi 7 senede 13 teknik adam geldi. Çok oyuncu gelip gidiyordu. İstikrarın olmadığı bir dönemdi. Dolayısıyla başarıyı yakalamak da çok zordu. Galatasaray o senelerde lige ambargo koyup üst üste dört sene şampiyon olmuştu. Fatih Terim Hocanın takımın başında bulunması, istikrarın sağlanması, iyi oyuncuların varlığı gibi faktörler karşısında biz sürekli transferler yapan, yenilenen bir takım halindeydik. Dolayısıyla bire bir maçlarda başarı sağlayabiliyorduk ama takım olarak kupa kazanamıyorduk. Mustafa Hocanın gelişiyle birlikte farklı bir ortam oluştu. Yönetim de o desteği ve güveni sağladı. Doğru transferler yapıldı. Bir teknik direktör için ilk senesinde şampiyon olmak kolay bir iş değildir. Çünkü Fenerbahçe’de ya şampiyon olursunuz, ya gidersiniz mantığı vardı o dönemlerde. Mesela Joachim Löw çok iyi bir sezon geçirmesine rağmen ikinci oldu ve gönderildi. Löw kötü bir teknik direktör müydü? Elbette hayır. Zaten sonrasında nerelere geldiğini hep birlikte gördük. Dünya Kupası’nı kazandı. Mustafa Denizli’nin tecrübesi çok önemliydi o dönem. İlk kez bir Türk teknik direktör şampiyon oldu o sene Fenerbahçe’de… Mustafa Hocanın tecrübesi, ülkeyi bilmesi, güven vermesi hepimizi itti. Son maçta şampiyonluğu kazandık.
Mustafa Denizli ile oyuncu olarak çalıştınız. Şimdi yardımcısısınız. Sizin gözünüzde oyuncuyken nasıl bir Mustafa Denizli vardı, şu an yardımcısı olarak nasıl bir Mustafa Denizli var?
Muhakkak arada fark var. Çünkü futbol gelişiyor. İyi teknik direktörlerin de bu gelişime uyum sağlaması lâzım. Tabiî ki temel prensipleri hâlâ aynı. Benim futbolculuğum döneminde gördüğüm noktaları bugün de kendisinde yakalayabiliyorum. Ama dediğim gibi futbol gelişiyor ve teknik direktörler de kendilerini geliştiriyor. Zaten geliştiremezlerse bu erozyonda ayakta duramıyorlar. Futbolcu olarak çok şey öğrendim Mustafa Hocamdan. Şimdi de teknik direktör olarak çizginin diğer tarafında onun tecrübelerinden faydalanmaya çalışıyorum. Tabiî teknik direktörlük yapmak isteyen bir insanın da kendisini geliştirmesi lâzım. Yoksa bütün teknik direktörler aynı olur.
Friedhelm Funkel ismi kariyeriniz için önem arz ediyor. Funkel, Uerdingen 05’te sizi A takıma aldı. Fenerbahçe’den ayrıldığınızda da bir sezon yine Funkel’in çalıştırdığı FC Köln’de forma giydiniz. Gözü hep üzerinizde miydi? Kendisiyle nasıl bir ilişkiniz var?
Funkel’le 16 yaşında çalışmaya başladım. A takımda idmanlara çıkartıyordu beni. Hafta sonu genç takımda oynuyordum. Dolayısıyla benim her yönümü bilen, gelişimimi takip eden birisi. Zaten ben Fenerbahçe’de oynarken Alman A millî oldum. Benim millî takımdaki maçlarımı da izledi. Gelişimimi zaten biliyordu. Bildiği, tanıdığı oyuncuyu transfer etmiş olması da doğal bir şeydi. Zaman zaman halen görüşüyorum.
Köln’den sonra dört sezon Beşiktaş’ta forma giydiniz. Hatta gollerinizden birisini eski takımınız Fenerbahçe’ye attınız. Beşiktaş günleriniz nasıl geçti?
Türkiye’de camia değiştirmek kolay bir iş değildi. Köln üzerinden Beşiktaş’a geldiğim için bu sıkıntıyı çok yaşamadım. Ama bence taraftar samimiyete bakıyor. Eğer sen imzayı attığın andan itibaren gerçekten kendini o camiaya ait görüyorsan, sahada terini akıtıyorsan, o samimiyeti verebiliyorsan seyirci seni kabulleniyor. Ben yayıncı kuruluşta yorumculuk yaptığım dönemlerde Beşiktaş Stadı’na gidince de sevgi ve saygıyla karşılanıyordum, Fenerbahçe Stadı’nda da aynı şekilde karşılanıyordum. Galatasaray maçlarına gittiğimde de tepki almadım. Galatasaray’da da futbolseverler sevgi-saygı gösterdi. Bu bence futbolu bırakmış birisi için önemli bir şey. Ben agresif bir oyuncuydum. Ama şahsa değil topa agresiftim…
Kariyerinizde unutamadığınız maçlar hangileri?
Çok maç var… Mesela Fenerbahçe ile şampiyon olduğumuz sene Gaziantepspor ile efsane bir maç oynamıştık. 3-0 geriye düştükten sonra 4-3 kazanmıştık maçı… Onu unutamam. Mesela Samsun’daki şampiyonluk maçı… Beşiktaş’ta Fenerbahçe’ye karşı oynadığım kupa maçı… Ya aslında çok maç var. Birkaç maç vererek diğerlerinin de önemsiz algılanmasını istemiyorum. Aklıma direkt gelen bunlar. Ya da ilk oyuna girdiğim maç… Bundesliga 2’deydi… Bundesliga’da ise Werder Bremen maçında ilk kez sahaya çıkmıştım…
Şimdi 19 yaşına geri dönelim. Avrupa’da yaşayan her Türk genci gibi siz de “Türkiye mi, başka bir millî takım mı?” çelişkisini yaşadınız mı? O dönem Türkiye’den size teklif geldi mi? Almanya’yı seçerken hangi kriterlere dikkat ettiniz?
Şimdi şöyle söyleyeyim… Şu an Türk Millî Takımı bu yönde çok büyük çalışmalar yapıyor. Genç yaşta oyuncuları Millî Takım kadrosuna almak için ciddi çaba harcıyorlar. Benim dönemimde durum biraz daha farklıydı. Ben her zaman söylüyorum, Türk Millî Takımı’nda oynamayı çok isterdim. Ama şu an 1980’li yıllardan bahsediyoruz. İlk teklif Alman Millî Takımı’ndan geldi. Benim kariyerim için çok önemliydi. Çünkü Millî Takım’da oynamak demek, kendi yaş grubunun en iyisi olmak demek… Dolayısıyla kendi oynadığın takımda bu durum sana ayrı bir avantaj kazandırıyor. Orada uluslararası deneyim kazanıyorsun. Özgüvenin artıyor. Kendi oynadığın takımda A takıma çıkma ihtimalin güçleniyor. Bu zincirleme bir olay… İyi eğitim alıyorsun. Dolayısıyla Alman Federasyonu’na bana bu imkânları sağladığı için teşekkür ediyorum. Tabiî ki Türk Millî Takımı’nda oynamayı çok isterdim. Ama benim dönemimde geriye dönüş yoktu. Şimdi U21 bile oynasanız Millî Takım değiştirebiliyorsunuz. Ama benim dönemimde statü farklıydı. U18’de Millî Takım forması giydim ve dönüşüm mümkün olmadı. Alman Millî Takımı’nda forma giydiğim için de bir pişmanlık yaşamadım. Türkiye’de oynayabilseydim, böyle bir imkân olsaydı, A millî olma sayım çok daha fazla olurdu.
Hans-Jürgen Dörner tarafından FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası’na çağrıldınız. 19 kez Almanya 21 Yaş Altı Millî Takımı, iki kez de Almanya A Millî Takımı’nın formasını giydiniz. Bu maçlardan birisi Konfederasyon Kupası’nda ABD’ye 2-0 yenildiğiniz karşılaşma ki o maçta 41. dakikada oyuna dâhil oldunuz. Diğeri de 2000 Avrupa Şampiyonası Elemeleri’nde Türkiye ile oynanan ve 0-0 biten maçtı. O maçta da 89. dakikada oyuna girdiniz. Bugün geriye dönüp baktığınız zaman Almanya tercihini nasıl yorumluyorsunuz?
İlginç bir ayrıntı var orada… Türkiye ile oynadığımız maçta Mustafa Denizli Teknik Direktördü… İlk maç Konfederasyon Kupası’ydı zaten. İkinci maçta beraberlik Alman Millî Takımı’na yarıyordu. Birinci oldu zaten. Türkiye de İrlanda ile karşılaşarak işi bitirdi. Aslında benim temennim gerçek oldu. Elele finallere kalmaktı temennim…
Nasıl bir histi Türkiye’ye karşı oynamak ya da o sahada bulunmak?
Tabiî diğer maçlar gibi olmuyor. Kendi anavatanımız. Türkiye’de futbol oynuyoruz. Orada yapabileceğiniz iki taraflı hata futbol kariyerinizi ciddi anlamda etkileyebilir. Almanya adına yapacağınız hata Almanya’da, Türkiye adına yapacağınız bir hata da Türkiye’de sizi zor durumda bırakır. Zaten son dakikalarda skoru korumaya yönelik bir hamleydi oyuna girmem… Hatta bir taç atışı sırasında Tayfun Korkut ile dirsek dirseğe bir mücadeleye girdik. İkili mücadeleydi. Takım arkadaşımdı aynı zamanda… Bunlar olabiliyor. Türkiye gerçekten iyi oynamıştı. 0-0 bizim için şanslı bir skordu.
Şu an baktığımız zaman neden sadece iki maç A millî formayı giyebildiniz? Bu sayı neden iki maçta kaldı?
Almanya’da Lothar Matthaeus ile bile oynadım. Stefan Effenberg’le oynadım. Genç Millî Takımlarda hiç yedek kalmadım, hep ilk 11’de oynadım. A millî takımda az oynamamı ise şuna bağlıyorum. Doğru zamanda sakatlığımdan dolayı gidemediğim zamanlar oldu. Teknik direktör değişiklikleri oldu, bunlar da beni etkiledi. Mesela Berti Vogts millî takıma çağırdı beni. Daha sonrasında Erich Ribbeck geldi ve o da çağırdı. Rudi Völler geldikten sonra ise kendi iskeletini oluşturdu. Zaten Türkiye’de oynadığım için biraz gözden uzaktım. Türkiye Ligi’ni o kadar çok takip etmiyorlardı.
Bugün Türkiye’de forma giyen yerli oyuncuların üçte biri Avrupa’da yetişti ve Türkiye’ye geldi. Avrupa’da 5 milyon Türk olduğunu düşünürsek, 80 milyonluk ülkemizden sizce neden bu kadar az sayıda oyuncu çıkıyor? Avrupa’daki farkları bu yollardan geçmiş bir oyuncu olarak bize anlatır mısınız?
Kurulan organizasyon, verilen eğitim ve sağlanan imkânlarla ilgili bir durum bu. Türkiye’yi de doğru okumak lâzım. Herkes İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da yaşamıyor. Doğu’daki şartların aynı olmadığını göz ardı edemezsiniz. Mesela doğuda bir futbolcu var, çok yetenekli. Ama o yeteneklerini sergileyebileceği ortam yok. Dolayısıyla o oyuncuyu siz çıkartamıyorsunuz. Ama Almanya ya da Avrupa öyle değil. Her futbolcu bu işe hobi olarak başlıyor. O yaş grubundaki çocukların ailelerine bir yönden çok karşıyım. Futbol gözde spor diye çocuklarını futbolcu yapmak istiyorlar. Belki çok iyi bir tenisçi olacak, belki çok iyi bir basketçi olacak. Ama herkes futbolu takip ettiği için zorla futbola yönlendirdiğinizde olmuyor. Dolayısıyla ben bunu oradaki imkânlara, iyi eğitime ve organizasyona bağlıyorum. Türkiye bu konuda aşama kaydetmiyor mu? O dönemlere kıyasla çok ediyor. Biz şu anda UEFA A kursu görüyoruz. UEFA A demek, 14-16 yaş grubuna nasıl eğitim verilmesi gerektiğini anlatmak demek… Dolayısıyla bu eğitimleri alan teknik adamlar daha donanımlı olacağı için yetenekli oyuncuları bulup çıkartmak daha kolay olacaktır. Türkiye’yi doğru okumak lâzım. Bir çocuk sabahtan akşama kadar okulda. Onun haricinde dersleri var. Futbola zaman ayırmak lâzım. Almanya’da futbolu geliştirmek için okullarla anlaşma yapıyor federasyon… 2000’li yıllarda sistemi değiştirdiler. Alman futbolu krizdeydi. Dediler ki “Bazı şeyleri değiştirmemiz gerekiyor.” Zaten tesisleri vardı; teknikleri ve antrenmanları değiştirdiler. Okullara yöneldiler. Almanya belki de dünyanın en zengin federasyonu ama bu parayı rezervde tutacak değil. Onu gelişim için harcıyor. Zaten amaç da bu olmalı. İstanbul’da olan bir çocuk için mesela trafiği göz ardı edemezsiniz. Çocuğun vaktinin olması lâzım. Ama bugün bakıyorum çocuklar vakitlerini sosyal medyada ya da sanal oyunlarla geçiriyor. Çocukları spor yapmaya teşvik etmemiz gerekir. Türkiye’de bir takım şeyler yapılıyor ama bunun için de bir süre lâzım. Almanya bir günde buraya gelmedi…
Kariyerinizde çok önemli teknik adamlarla çalıştınız. Birisi Almanya ile Dünya Kupası’nı kazanmış Joachim Löw, diğeri de kazandığı kupaları buraya yazarak sığdıramayacağımız Vicente del Bosque. Mustafa Denizli gibi büyük bir değer var. Bu büyük kariyerli hocalara baktığınız zaman çalışma stilleri ile ilgili bize neler söylersiniz? Bu isimlerin ne farkı var?
Ben çok değerli hocalarla çalıştım. Hepsinden de bir şeyler öğrendim; öğrenmeye çalıştım. Eleştirdiğim yönleri olmadı mı? Oldu. “Teknik adam olsam bunu böyle yapardım” dediğim yerler de oldu. “Ben bu pencereden bakmamıştım. Bu bana bir şeyler kattı” dediğim hocalarım da oldu. Bence bu bir zenginliktir. Bugün çalıştığım hocalardan ikisi dünya şampiyonu olduysa çok da yanlış şeyler yapmış olamazlar.
Ne farklı hocam peki?
Antrenman tarzları farklı olabilir. Futbolcularla iletişimi değişik olabilir. O dönemki oyuncu kadrosu farklı olabilir. Çok iyi bir teknik adam olabilir ama oyuncu kadrosu yeterli değildir. Medya ile ilişkileri farklı olabilir. Her teknik direktörün kendine göre bir tarzı vardır ama totalde baktığımız zaman futbolu çok farklı bir yere taşımamak lâzım. Futbol basit bir oyun, eğer biliyorsan… Böyle de bir cümle var.
Bir dönem TV’de spor yorumculuğu yaptınız. Ancak sanırım içinizdeki futbol tutkusunu yorumculuk kesmedi ve teknik adam olarak yolunuza devam etmeye karar verdiniz. Bu kararı nasıl aldınız?
Futbolu çok erken yaşta bıraktım. Bir an öyle bir karar aldım ve bıraktım. Bıraktıktan iki hafta sonra TV’de yorumculuğa başladım. O dönem kamp, seyahat, maç döngüsünden uzaklaşmak istedim. Dolayısıyla teknik direktörlük o dönem bana biraz daha uzak duruyordu. Ne yapmak istediğimle ilgili sağlıklı bir karar verebilmek amacıyla, ama futboldan da kopmamak için için yorumculuk yaptım. Keyif de aldım… Dolayısıyla futbol ailesinin içinde kaldım. Bu dönemde UEFA B kursuna gittim. Hatta kurs arkadaşlarım Sergen Yalçın ve Yusuf Şimşek’ti… Zamanla bu arkadaşlarımın teknik direktörlük yaptığını gördüm. Kendi akranlarımın Süper Lig’de olduğunu görünce hem çok mutlu oldum hem de “Ben de mi yönelsem” diye düşündüm. Mustafa Denizli, Eskişehir’e imza attığında ve bana böyle bir teklif geldiğinde çok mutlu oldum. Çünkü Mustafa Hocamın futbol bilgisine ve kişiliğine çok büyük saygım var. Eğer başlayacaksam da bu işe doğru zamanda, doğru yerde başlamalıyım ve o gün de bugün diye düşündüm. Böyle bir karar alarak teknik direktörlüğe ilk adımımızı attık. Şimdi UEFA A kursundayım.
Siz futbol bilginizi yorumcuyken konuşturuyordunuz. Bilgiyi aktarabilmek de çok önemli malûm… TV yorumculuğu bu yönden etkili olacak mıdır size?
Evet, avantajı olacaktır. Öyle olmasını umuyorum. Hangi işi yaparsanız yapın odaklanmadığınız, kendinizi işinize vermediğiniz, çalışmadığınız sürece zaten başarılı olma şansınız çok azalıyor. Rakibi iyi analiz edeceksiniz. Kendi oyuncularınızı iyi tanıyacaksınız. İyi antrenman yaptıracaksınız. İyi hazırlayacaksınız. Yeri geldiğinde eskisi gibi astığım astık, kestiğim kestik sisteminde oyunculara yaklaşamıyorsunuz. Futbol değişti, oyuncular da değişti. Sizin onlara yaklaşımınız da çok önemli. Onların da birer birey olduğunu, farklı karakterlerden oluştuğunu unutmayacaksınız. Futbolculuk yapmak çok daha kolaydı. Teknik direktör olarak birçok şeyden sorumlusunuz. Bunun için de ekibinizin, size destek verecek insanların iyi olması lâzım.
Eskişehirspor yeniden Süper Lig’e yükselmek istiyor. Takımın havasını bize anlatır mısınız?
TFF 1. Lig çok enteresan bir lig. Herkesin birbirini yenebileceği enteresan sonuçlar ortaya çıkıyor. O yüzden iyi bir kadromuz olduğunu düşünüyorum. Muhteşem bir stadımız var. Muhteşem bir seyircimiz var. Halk gerçekten takımın Süper Lig’de olmasını çok istiyor. Mustafa Hoca ile sokakları gezdiğimizde bunu net bir şekilde görebiliyoruz. Bizi destekleyen bir yönetim var. Tabiî ki bazı sıkıntılar var ki biz oraya gittik. İşler tıkırında olsaydı Mustafa Hoca gitmezdi. Ama önümüzde çok maç var. Süper Lig’e çıkma inancımız olmasa Mustafa Hocamızın bu teklifi kabul edeceğini düşünmüyorum.
Teknik direktörlük yolunda nasıl bir kariyer planınız var?
Şu anda Mustafa Denizli’nin yardımcısıyım. Türkiye’de üç büyük takımla şampiyon olmuş, Millî Takım’ı çalıştırmış sayılı iki-üç isimden biri. Onunla çalışmak benim için çok büyük bir şans. Bu şansı iyi değerlendirmek istiyorum ama ömrübillah da ikinci adam olmak için bu işe adım atmadım. İlerde kendi takımımı çalıştırmak istiyorum. Bu bir süreç. Zaten Mustafa Hocanın çalıştığı ikinci adamlar hep bir yerlerde olmuş. Rıza Çalımbay, İbrahim Üzülmez, Oğuz Çetin, Yusuf Şimşek, Raşit Çetiner… Baktığımızda hepsi teknik direktör olarak yoluna devam etmiş. Ben de onlardan birisi olmak istiyorum. Bir örnek vereyim. Tayfun Korkut şu an Bayer Leverkusen’in teknik direktörlük görevini üstlendi. Çok mutlu oldum. Bir takım arkadaşımın Bundesliga’da göreve gelmesi beni çok mutlu etti. Ben Tayfun’un ne kadar çok çalıştığını ve kendisini bu işe ne kadar çok verdiğini biliyorum. Bu hedefin bir sınır noktası yok. Çalıştığınız zaman başarılıysanız zaten hayalleriniz de gerçek olur. Üç dil konuşuyorum; Türkçe, Almanca ve İngilizce… Dolayısıyla bu işi sadece Türkiye’de değil yurtdışında da yapabilirim.
Anladığım kadarıyla Tayfun Korkut’un imzası sizi motive de etmiş.
Evet, kesinlikle etti. Kendimi Süper Lig’le sınırlamıyorum ama henüz yolun başındayım. Çok çalışmam gerektiğini biliyorum.
A Millî Takımımız, 2018 Dünya Kupası için zorlu bir virajda. Millî Takımımızı nasıl buluyorsunuz?
Bireysel olarak baktığımız zaman çok değerli oyuncular var. Başta Arda geliyor tabiî ki. Dünyada iki tane büyük kulüp varsa biri Real Madrid, diğeri Barcelona… Arda Barcelona’da oynuyor. Arda’yı iyi kullanmamız lâzım. Onun dışında diğer oyuncuların da çok iyi kariyeri var. Uluslararası kariyere sahip oyuncularımız var. Sevgili Fatih Terim hocamızın önderliğinde içerdeki maçlarımızı kazanırsak şansımız yüksek diye düşünüyorum.
Ligimizde hangi oyuncuları beğeniyorsunuz?
Birçok oyuncu var. Quaresma iyi başladı ama biraz düşüşe geçti. Cenk Tosun, Mario Gomez’den sonra o yükü iyi taşıyor. Formunun yukarıda olması hem Beşiktaş hem de Millî Takımımız için iyi. Talisca iyi bir transfer. Bu isimleri söyleyebilirim…
Bugüne kadar birçok yıldız oyuncuyla oynadınız. Mustafa Doğan’ın en iyi 11’ini öğrenebilir miyiz?
Rüştü Reçber – Ali Güneş, Emre Aşık, Mustafa Doğan, Abdullah Ercan – Michael Ballack, Okan Buruk – Tümer Metin, Sergen Yalçın, Burak Yılmaz – Lukas Podolski.