Spor basınının önemli isimlerinden, Analiz Gazetesi yazarı Fatih Kuşçu, memleketi Antakya’yı ve depremde yaşayanları yazdı:
Antakya’da deprem oldu!
Ben bir Antakyalıyım. Doğup büyüdüğüm şehir yerle yeksan oldu. İlk depremden saatler sonra yola çıkabildim. Zorlu yol şartlarına rağmen duraklamadan gidebildik. Otoyollar alışılagelmiş boşluğunu, sessizliğini yitirmişti.
AFAD organizasyonlu TIR’lar, kamyonlar, iş makineleri, her ilden deprem bölgesine giden onlara ambulans ve benim gibi yakınlarına koşan binlerce kişinin özel araçları… Bu gözlemler ile ağır ağır ilerlerken enkaz altındaki yakınlarımdan haber bekliyorduk.
Bölgeye yaklaştıkça yokluklar artmaya başladı. Yiyecek kısmen bulunur haldeydi. Ama bulmalıydık. Antakya’dan ilk istenenler, ekmek, peynir, domates ve su olmuştu. Otoyollardaki hizmet alanları, tüm rafları boşalan benzin istasyonları çare olmuyordu. Yakıt, sadece yardım konvoylarının araçlarına satılır olmuştu, sivil araçları içeriye bile alınmadığı benzin istasyonları geçtik. Kimileri herkese yakıt veriyordu ama bu kez de benzin ve LPG bitmiş oluyordu. Üstelik bunu bile uzun sırlar sonunda öğrenebiliyorduk. Antakya’dan haberler, yollar gibi umudu da soğutuyordu.
Hepi topu 10-12 saat sürecek yol, otoban kolaylığına rağmen 15 saati geçmişti. Giderek yoğunlaşan otoyoldan 2 kez ikame için çıktık.
Tuz Gölü kıyısında, muhtemelen saatlerdir kimsenin uğramadığı, tipi altında bir istasyonda yakıt ikmalini yapabildik. 40 yıllık yol arkadaşım Reha Tartıcı ile sadece gözlerimiz ve kulaklarımız ile ilerliyorduk; çevreyi gözlüyor, radyodan haber dinleyerek… Konuşmalarımız, yaşanan büyük şaşkınlıkların ifadesi, yol ve iaşe bilgisi dışın çıkamıyordu. Üzüntümüz dile getirilmiyor, yorum yapamıyorduk. Antakya’da kuzenlerimden zor da olsa haber alabiliyorduk. Haber alamadıklarımız, enkaz altındakilerdi. Haberlerin sertliği giderek artıyordu. Niğde’ye girdik. Su ve ekmek gibi temel ihtiyaç tedariki için. Şehir, bembeyaz bir sabaha uyanmış; hayat başlamış ve sessizdi. Antakya ile iletişim kuramıyorduk. Hiç oyalanmadık. Antakya’da neyle karşılaşacağımızı düşüne düşüne ilerliyorduk.
Bölgeye yaklaştıkça trafik yoğunlaştı. Kısa molalar veriyorduk. Bir yakıt ödemesi yaparken artçılardan birini yaşadık. Yaklaşık 8-10 saniye sürdü. Yüzlerde sadece hüzün vardı, durumu kabullenmiş, sıradanlaştırmış bir hüzün. Sallandık mı dedi yanındakine, evet, hala sallıyor, cevabını aldı. Aramızda 30 cm mesafe vardı ve ben yokmuşum gibi, iki istasyon çalışanı, duraklayıp depremin bitmesini sağladılar. Bana verdikleri his böyleydi. Durdu, işleme devam ettiler. Mimikleri aynıydı. Pozantı’dan sonra deprem bölgesine girildiği anlaşılıyordu. Adana’da ilk hasarlı binalar göründü. Aralarda yıkılanlar, devrilenler, yan duranlar. Çok yoğun değildi. Antakya’da enkazdaki yakınlarımdan hala haber gelmiyordu. İskenderun’a yaklaştık. Gökyüzünde simsiyah bir duman, simsiyah… Demirçelik’i yeni geçmiştik, dumanın kaynağını, alevleri gördük. Limanın iç taraflarında bir yerler yanıyordu. Depremden sonra yaklaşık 20 saat aralıksız yağan şiddetli yağmur, yerini güneşe bırakmıştı. Dumanlar yağmur bulutu gibi şehri, tepeleri gölgeliyordu. Yıkılan binalar, enkazlar çoğalmaya başlamıştı. Antakya’daki enkaz aynen duruyordu, yakınlarım içindeydi; kuzenlerim de dışarıda ve çaresiz.
İskenderun’a girmeden, Belen’e doğru otoyolda giderek yoğunlaşan yıkıntılara baka baka tırmandık. Belen geçidi, savaş alanı gibiydi. Kayaların üzerindeki irili ufaklı evlerin neredeyse hepsi sapa sağlam görünüyordu. Yol boyunca, 2,3,5 katlı ne varsa, hepsi hasarlı ya da yıkık haldeydi. Belen çıkışındaki benzinci, Amik Ovası’na bakan tarafını kaybetmiş, binanın yarısı uçuruma düşmüştü. Kıcı’ya giden yolun bir kısmı da derin yara göçmüştü. Göçme korkusu veren yarıkların da arasından aşağıya indik. Yol çok kalabalıklaşmıştı. Amik Ovası’nın üzeri bir toz bulutu ile kaplıydı. Antakya’daki enkazdan, yakınlarımdan haber alamamıştık. Topboğazı ile birlikte, depremin yüksek etkisi artık göz önündeydi. Yolun her iki tarafında da aralıklı olarak tüm yerleşim alanları, evler, binalar yıkık ya da hasarlı, önlerinde çaresiz bekleşen gruplar, ağlayanlar… Ortamın tek sesi ambulans sirenleriydi ve çok yoğun şekilde devam ediyordu. Enkazdaki yakınlarımızdan haber yoktu ve Antakya’ya girmek üzereydik. Havaalanı kullanılmıyordu ama girişinde trafik olağanüstüydü. Biraz ilerleyince, karşıda üç şeritli bir sıra gördük yaklaşık 1 km devam eden benzinci sırası. Şehir, yıkılmış binalarla karşılıyordu. Enkazdaki yakınlarımdan haber yoktu ve kuzenlerimle buluştuk.
Yıkılmadığı için sağ salim çıktıkları evlerini gördüm. Üzerlerinde kıyafetleri eksik, kiminin cep telefonları evlerde. Can havliyle çıkarken, alamamışlardı. Öyle de kalmışlardı çünkü içeri girilemiyordu. Evler hasarlıydı artçılar bitmiyordu ve herkesin aklı enkaz altındakilerdeydi. Ben Samandağ üzerinden Çevlik’e, babamı almaya gittim. Samandağ yolu, göçük ve yarıklarla doluydu, güvensizdi ve alternatif yoktu. Aralarından geçerek gidiliyordu. Antakya gibi, yol boyunca ve şehir içinde, Samandağ’da da neredeyse sağlam bina kalmamıştı. Her göçüğün önünde toplanıp ağlayanlar, birkaç enkaz çalışması, deniz kenarındaki Çevlik’e ulaştık. Birinci katında oturduğu binaya giriş çıkış kalmamıştı. Çünkü karşısındaki beş katlı bina, sokağı kapatacak şekilde babamın evine doğru yıkılmıştı. Sağanak yağmur altında babamı sırtlayıp o karanlıkta enkazın üzerinden dışarı çıkaran Mehmet Ali; evinde bekletirken kuru kıyafetler ve ilaçlarını almak için tekrar babamın evine giren hakkı ödenmez Hilal hemşire! Aklımız Antakya’da enkaz altındaki yakınlarımızda, minnetimizi sadece sözlerimizle sunabildiğimiz insanlarla vedalaşıp ayrıldık. Babamla beraber Antakya üzerinden dönüşe geçmiştik ancak Samandağ’dan çıkmıyorduk. Enkazlar, bir labirent gibi, sürekli sokak cadde değiştirtiyor, şehirden çıkılamıyordu. 45 saniyelik geçiş, 45 dakika kadar sürdü. Aynı yarıklı yol, Antakya girişinde duran trafik. Bu kez 3 km’lik yolu 3 saatten fazla bekleyerek geçtik. Enkazdaki yakınlarımızdan haber yoktu. Kuzenlerimizi bir kez daha gördük, sarılıp ayrıldık. Telaşsız ve durgun şekilde İstanbul’a ulaştık. Enkazdaki yakınlarımdan haber geldi; Fatoş yengemi kaybetmişiz, halam ve eniştem, çalışma dahi başlatılamayan enkaz altında, kuzenlerimin yakınları, her Antakyalı tanıdığımın tanıdık birileri, kayıp, enkaz altında ya da vefat etmiş…
Bu sadece Antakya’dan bir aile izlenimi. Benim ailemin bir bölümü… 10 ilde, onlarca ilçe, yüzlerce köy ve yerleşim yeri… Bu büyük felakette çok büyük kayıplarımız var ve onların hiçbiri istatistik sayıları değil, canlarımız.
——
Depremin organizasyonu
AB Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen, büyük felakete duyarlılığı sergilerken, zamana karşı yarış ve birlik vurgusu yaptı. Ülkem felaketi yaşıyor, dünya sessiz ve duyarsız kalmıyor. Şimdi doğru organizasyon zamanı. Güç birliği oluşuyor ancak enkaz dağıtımından iaşe dağıtımına beklentiler sağlıklı karşılanamıyor. Ne yazık ki, bir kez daha organize olmayı başaramıyoruz.
——-
Telekomunikayon suçluları!
Ekmek gibi, su gibi, yaşamın en vazgeçilmezlerinden iletişim. Hele böylesi bir faciayı yaşarken… Turkcell, Vodafon ve Türk Telekom! Bu ülkenin en büyük yapıları, ne internet ne GSM erişiminde destek sağlayamadılar. Şimdi bir sürü açıklama ile savunma yapılacaktır. Elbette onların da yaşadığı sayısız güçsüzlük vardır. Ama gemiyi limana getirip getirmediğine bakılacak gündeyiz, fırtınalar anlatmasınlar. Seyyar aktarıcılarını bölgeye taşıyamamaları, yetersiz kalışları anlaşılır değildir. Enkazlara, yaralılara, kayıplara, ihtiyaçlara ulaşamamanın en büyük sorumlusu iletişim eksikliğidir. Telekomunikasyon şirketlerinin tümü sorumlu ve suçludur. Taahhütleri, vicdanları cevapsız bırakmıştır.
——-
Medya ahlakı enkaz altında
Bir garip medya anlayışı gelişti. Zirvesini deprem günlerinde yaşıyoruz. Kraldan çok kralcılık, yalakalık çıtasını, hiç akıllara gelmeyecek yerlere taşıdılar. Gazete genel yayın yönetmeni tv programcılarından sıradan haber muhabirlerine kadar karşılaşılan bir durum. Sosyal medya her türlü yalancı, kötü kalpli için bulunmaz nimet! Birazcık Allah korkusu hepsini önlemeye yetebilirdi. Siyasi hesaplarla karalama yapanlar da aynı gemide. Sağduyu, hem de böylesi bir zamanda bu kadar eksik kalmamalıydı. Canlarımız gitti, dönmeyecekler. Anılarımız yok oluyor, okuduğum okul, oynadığım bahçe, oturduğumuz evler yok oldu. Bambaşka bir şehir oluşacak. Benim çocukluğuma ait olmayan bir şehir. Ama en çok da ahlaki değerlere yanacağız. Evleri yolları yapacağız, yaparız da… Bu ahlaksızlarla hayatı paylaşmak için mi? Utanma duygusu geri gelmeli, bir an önce. Küçük hesaplardan uzaklaşın lütfen. Her durumda Atatürk’ün kurduğu partiyi hedefleştirmekten, ittifaklar savaşını körüklemekten, her çabayı, emeği küçük görmekten uzaklaşın. Yalanlarınızla birlikte o enkazdan çıkışın yolunu arayın, iş ahlakın, namuslu ve dürüst yaşama dönün, lütfen. Bu kadar korkmayın gerçeklerden. Ahlaklı olun, lütfen…